Araştırmacı, Yazar

ANASAYFA
BİZE ULAŞIN
AMACIMIZ
KUR'AN DİNLE
KİTAPLARIMIZ
DERS VİDEOLARI ARŞİVİ
NOT DEFTERİ
“NASİHATLER” serimizin on birincisi olan “NASİHATLER 11” isimli çalışmamızda, günümüzde önem ve öncelik arz eden 56 farklı konuyu ele almaktayız. Bu çalışmamız, bu serimizde bir rekordur. Konu başlıkları şunlardır: İlim talebelerine dair tadımlık birkaç söz, Tevhîd akîdesi, Meâl-tercüme-tefsîr hakkında kısaca, Bilmeyenler (câhiller) susarsa, anlaşmazlık yok olur (azalır), "Ben senin gençliğini de bilirim!", "Din adına bağlayıcılığı olan vahiy" Allah’ın izniyle ancak peygamberlere gelir, Sıcak havalarda arabaya binince klima ve pencere uzmanı kesilenler, Hadîslerin, Kur’ân’a arz edilmesi meselesi, İnsanlık (insâniyet, beşeriyet) ölmez, insanlar ölür, Herkes paylaşıyor bahanesiyle, yiyecek resimleri paylaşma! Sen, kendi amelinden sorumlusun, Laiklik, batı âlemi için biçilmiş kaftandır; İslâm’la bir münasebeti yoktur, İstikrarsız yaşayan kimse, başkalarına istikrardan söz edemez, Kendime soruyorum, Dinlediğim bir konuşmanın bir bölümüne eleştirel yaklaşım, İstişâre eden pişman olmaz, “Sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım” sözünün muhtevasına dair, İbn-i Teymiyye’nin bir sözünden hareketle bir kardeşimizin sorduğu suale verdiğimiz cevap, Şirk koşan ve küfre giren kimseyi kıldığı namaz kurtarmaz, Lâfazanlık, lâf kalabalığı hayır değil, şerr getirir, Nazar hakkında tadımlık, İlim tâlibi (tâlib-i ilm) kimdir, Ey kardeşim! Şöhret ve riyâset tutkusundan sakın, Müslüman, şeytanın avukatlığını yapmaz, hayat bir ibrettir, Dinlendirilmiş tuzlu su ile elleri ve ayakları yıkamak; strese, yorgunluğa ve pek çok sıkıntılara karşı oldukça faydalıdır, Kanaatkârlık ve istiğnâ duygusu hakkında, Hz. Zeyneb (radıyallâhu anhâ): “Sizleri (Peygamber ile) akrabalarınız evlendirdi, beni yedi kat göklerin üstünden Allah Teâlâ evlendirdi”, Meşru, vasat ve istikrarlı yaşam çizgisine sahip olmalıyız, İlimsiz, hikmetsiz, boş ve amaçsız konuşmak, "...Allah ancak bir tek ilâhtır...", Hayatın her kademesinde ahlâkî duruş sergilemek esas olmalıdır, Kadir Gecesinin kadrinin Kur'ân'dan kaynaklandığını anlayamayanlar, -hedefe değil de parmağa bakmak gibi- Kur'ân'ın değil, Kadir Gecesinin peşine düşerler, Düşünen insanlar için, Dinden, fersah fersah uzak olan benim akrabalarım da senin akrabaların da ma'zûr değildirler, Hz. Âişe vâlidemize iftirâ eden hayâsızlar, Yetimler, Batı’da aile kurumu bile kalmamıştır ki, onların ailevî, sosyal ve kültürel değerlerini taklit edelim, M. Okuyan’ın: “Müslümanlar cehenneme hiç girmeyecekler” sözüne reddiye, Istılâhalarımızı ıslâh etmeliyiz, Bu dünyada kazanılabilecek en büyük fazilet Tevhîd ehli bir mü’min olmaktır, Aşırı övgü ve aşırı yergi bağımlılığı, Kur’ân adına akılcı yönelişler, Hak yolda sebat ve istikrar, Ey patronlar, işverenler, müdürler, Kurban etlerinin evlerde üç günden fazla saklanması ve yenilmesi meselesi, Cehennem, “Beş dakikalık iş!”, Mü’min aynı delikten iki kez ısırılmaz, ısırılmamalı, aynı konuda iki kez aldatılamaz, aldatılmamalı, Elektrik vs. kaçırmak kul hakkına girmektir, günahtır ve zulümdür, Yahûdîlerin: “Ümmiler hakkında aleyhimize bir yol yoktur” demelerinin anlamı ve Yahûdileşme, Allah’ın ilk emri nedir, Tokalaşma, kucaklaşma ve ictihâdî konulara dair, Tuvaletlerin pis kokmasına ve ter kokularına karşı kesin çözüm; temizliktir, "Genç delikanlı, sen rahatsız olma, çayını da ben katarım...", “Bir deli kuyuya taş atmış…”, “Usta, çok kötü intizâr (beddua) ettin…” HAYIRLARA VESİLE OLMASINI DİLERİZ.

NASİHATLER 11

1- İLİM TALEBELERİNE DÂİR TADIMLIK BİRKAÇ SÖZ:

İLİM TALEBELERİNE DAİR TADIMLIK BİRKAÇ SÖZ:

Adam diyor ki "A şahsı âlim, B şahsı ilim talebesi..." Ya da “Falan şahıs filan şahıstan daha âlim…”

Bu adamın kendisi de avâm…

Bir avâm, âlim ile ilim talebesinin seviyesini tefrîk edebilecek bir konuşma cür’etini nereden bulabiliyor?!

Oysa âlim ile ilim talebesi arasında bir sınır, belki de ince bir çizgi vardır. O sınırı âlim olmadıkça bir avâm nasıl görebilir? Kaldı ki, her mesele bitti de, Allah’ın lütfu olan ilmin, kişilerde miktar ve seviyesinin tespiti ve karşılaştırması mı kaldı?!

Bazı kimseler, ilim talebesi denince Kur'ân okumayı öğrenen, İlmihâl dersi alan ya da Arapça tahsîl eden, Tefsîr ve Hadîs sohbetleri dinleyen kimseleri anlıyorlar!

Dahası da var. İlimden hayatları tamamen kopuk kimseler, bu cümleden ilkokula giden çocukları anlıyorlar!

“Tâlibu’l ilm” kelimesinin bir izâfet terkîbi olduğunu, tâlib’in ilm’e izâfe edildiğini, o tâlib’in de ilim yolcusu olduğunu nerden bilsinler!

Hakikatte ilim talebesi, Âlî (hemze ile) ve Âlî (ayn ile) ilimleri tahsîl etmiş kimsedir.

Âlet ilimleri; başlıca Sarf, Nahv, Mantık, Belâğat'tır. Bunların dışında, bunlarla bağlantılı başka ilimler de mevcuttur.

Usûl ilimleri; Usûl-ü Akâid, Usûl-ü Fıkh, Usûl-ü Tefsîr, Usûl-ü Hadîs’tir.

Furû' ilimleri; Akâid, Fıkıh, Tefsîr, Hadîs’tir.

Bu ilimleri tahsîl edip ikmâl eden kimse ilim talebesidir. Gerçek anlamda bir kimse bu aşamadan sonra “ilim tâlibi” vasfını kazanır. Hatta bu vasıf ona ilme teşvîk olarak kullanılır ki, heves ve azmi artsın istenir. İlim talebesinin birkaç merhalesi varsa, bu aşama ilk basamak veya ilk merhaledir. Bu yolun sonunda birçok ilmî tekâmülden sonra “ilim ehli” ya da “âlim” olunur. Fakat İlim talebesi, -yukarıda üç kategoride saydığımız on iki ilim ve bu ilimlerle bağlantılı diğer ilimlerde- vus’at ve vukûfiyetine göre ders verebilir.

İlim talebesi, ilim ehlinden devamlı sûrette istifade eder. İlim tahsîli beşikten mezara kadardır. İlim taleb eden kimse bal arısı gibidir. Bal özü (nektar) bulunan her çiçekte onun için şifâ vesilesi vardır. 

Âlim ise yukarıda geçen dallardan birinde, birkaçında ya da çoğunda ihtisâs yapan ve o alanlarda ilimde derinleşen kimsedir. Sadece Arapça’yı bilmek ilim talebesi ya da âlim olmak anlamına gelmez. Sarf, Nahv, Mantık, Belâğat gibi ilimler âlet ilmidir. Şer’î ilimlere vasıta ilimlerdir. Sadece bu ilimleri okuyup Usûl ve Furû’ ilimlerine geçiş yapmayan kimse vasıtası olup da hedefe gitmeyen kimse gibidir. Bu kimseler hedefe ulaşmış ve Allah için çalışan ilim ehli kategorisine girmezler. Belli bir dönemden sonra her ilim talebesinin kâbiliyet ve yeteneğine göre ihtisâs çalışması yapması gerekir. Bu çalışmalar sadece Allah için olduğundan, hiçbir ilim talebesi âlimlik iddiasında bulunmaz. Avâmın, ilim ehli hakkında “hangisi daha âlim?” diye konuşmalarından da hoşnut olmazlar, bilakis rahatsız olurlar.

Gerçek ilim sahiplerinin mal, makam, itibâr, istikbâl, şöhret ve riyâset hedefleri olmaz.

Rabbânî ilim ehli, ilmine ilim katmanın, öğrendikleriyle amel etmenin, imanını artırmanın, başkalarının hidâyetlerine vesîle olmanın ve Peygamber ahlâkı ile ahlâklanmanın derdindedir.

Diğer insanlar, dünyanın şu ya da bu hedefleri peşinde koşarlarken ilim sahipleri Allah'ın rızâsını kazanmaktan başka bir şey düşünmezler.

Gerçek ilim sahiplerinin susması fikret/tefekkür, bakması ibret ve konuşması ise Allah Azze ve Celle'yi zikirdir.

İlim talebelerinin en önemli vasfı, boş sözlerden, dedikodudan, gıybetten, hasedden, sû-i zan ve iftirâdan uzak durmaktır.

Onlar boş işlere ve boş konuşanlara rastladıklarında "selâm" der, geçer giderler.

Gerçek ilim sahipleri vakûrdur, onurludur, iffet ve taaffuf sahibidir.

Onların diğer insanlardan ayırıcı vasfı, sağlam karakterleri, ta’vîzsiz hayatları ve ömür boyu değişmeyen, ilmini ve imanını artırdıkça gelişen istikâmetli yaşamlarıdır.

İlim talebesi zillet ehli değil, izzet ehlidir, prensipli ve ilkelidir. Dünyalıklar karşısında ezik büzük hâle gelmez, kem küm ederek hakkı karıştırıp gizlemez. Fakir ve garip Müslümanları kendisinden uzaklaştırıp, zengin ve riyâset sahibi kimseleri kendisine yaklaştırmaz!

Allah’ın Peygamberlerinin en bâriz vasıflarından biri; nasıl ki, teblîğleri karşılığında insanlardan hiçbir ücret istememeleriyse, “Peygamber vârisi” olan ilim ehlinin de insanlardan bir karşılık beklememesi, dünya kazançları için Allah’ın Âyetlerini istismâr etmemesi gerekir. Bu hassâsiyeti gözetip gözetmeme hâli, kişinin gerçek anlamda ilim ehli olup olmadığını gösterir.

İlim talebesi, vasattır, âdildir, dengelidir, ifrât ve tefrît yönüyle taşkınlıklardan ve sapkınlıklardan uzaktır. İnsâflıdır, merhametlidir, hoşgörülüdür, anlayışlıdır, mütebessimdir, mahzûndur, bağışlayıcıdır. Dili de kalbi gibi yumuşak ve tatlıdır. Sözlerinde ve bakışında bir derinlik vardır.

İlim ehlinde taassup olmaz. İlmin hakkı; bilinen hakka uymak, sadâkat göstermek, yaşamak ve diğer insanların da hayrı ve hidâyeti için yardımcı olmaktır.

İlim talebesinde nefis ve karakter yönünden saplantı ve zayıflıklar olmaz.

İlim talebesi devamlı öğrenim sürecindedir. Öğrendiği her kelime, kelâm, harf ve hareke ona yeni şeyler katar, onu geliştirir. Avâmın çoğunda olan “biz böyle gördük, böyle duyduk, ilk defa duyuyorum…” gibi dogmatik itirazlar ve şaşkınlıklar onlarda olmaz. Olanlara ilim talebesi denmez! Nasıl ki pişmemiş yemek yenmez ise, ham, çiğ ve yarım olan kimsenin şahsiyetini “ilim” gibi en önemli değere izâfe etmek ve onu “ilim talebesi” diye ilimle sıfatlandırmak doğru olmaz!

Sonuç olarak; âlimlerin de belirttiği gibi insanlar “avâm, ilim talebesi ve âlim” diye üç sınıfta değerlendirilir.

Fakat her sınıfın da kendi içinde tabakaları olduğunu unutmamak gerekir. Avâm vardır, okuma yazma dahi bilmez, Kur’ân’ı okuyamaz, Arapça bilmez, İlmihâl bilgilerinde bile noksandır vesâire, avâm da vardır ki, Arapça da bilir, mezhebinin temel Fıkıh kitaplarını da ezberlemiştir, Kur'ân'a ve Hadîslere kelime kelime meâl vererek anlayabiliyordur da vesâire… İşte bu ikisinin seviyesi aynı olmaz. Fakat avâm ne kadar okursa okusun, ehlinden ve usûl-ü dâiresinde ilim tahsîl edip, o ilimleri ikmâl etmedikçe ilim talebesi sıfatını kazanamaz.

Bir câhil/bilgisiz avâm vardır, bir de kültürlü, bilinçli avâm vardır. İşte bilinçli olan kesime “münevver/aydın” denir. O kesimdekiler de ma’lûmâtlarının durumuna göre kendi içlerinde ayrı derece ve faziletlere sahiptirler.

Sözü kısa tutarsak, câhilin câhili (echel), az câhil, aydının aydını, az aydın, ma’lûmâtları kesîr ya da kalîl, çok tecrübeli, az tecrübeli, az ya da çok hikmet ve firâset sahibi, ilim talebesinin hâsı, çalışkanı, belki de yan gelip yatanı, âlimin yıldızı, ayı, güneşi, daha ileri safhalarda müctehidler ve onların da tabakaları olduğunu söyleyebiliriz.

Burada sözü bağlayacağımız netice, ilmin ve onun ehlinin faziletidir. İlim insana -dünya ve âhirette- faziletler, erdemler ve çok hayırlar kazandırır.

Cennetin kapılarından biri de ilim kapısıdır; O kapıdan girmeyi dileriz.

Okuyup okuyup da -yediklerini hazmedemeyen, sindiremeyen ve hazımsızlık çeken kimseler gibi- ilmini hazmedemeyen, onu taşıyamayan, ona sadâkat göstermeyen, dünyanın az bedelleri karşılığında hakkı satan, hakkın değil, bâtılın tarafını tutan, zaman içerisinde esen rüzgârların esiş yönüne göre savrulan, Allah’ın Âyetlerini ketmeden, çarpıtan, Allah ve O’nun dini İslâm hakkında ilimsizce konuşan kitap yüklü merkepler olmaktan Âlemlerin Rabbi olan Allah Sübhânehu ve Teâlâ’ya sığınırız. 

Allah’ım! Huşû’/haşyet duymayan kalpten, işitilmeyen/icâbet edilmeyen duadan, doymayan nefisten ve fayda vermeyen ilimden Sana sığınırım/z.

2- TEVHÎD AKÎDESİ:

✔✔ Tevhîd akîdesinde ilhâda, ifrâta ve tefrîte düşüp de, ağzınla kuş tutup faziletini ispat etmeye kalkışma! Asıl fazilet, Tevhîd akîdesinde vasat olmaktır. Tevhîd'den sapan kimsenin elde ettiği hiçbir sonuç başarı değildir!

✔✔ "Tevhîd’siz amel, suya yazı yazmak gibidir. Kâfirlerin amelleri, susuz kimsenin çölde su sandığı bir serap gibidir. (Bkz. Nûr: 39)" (Hayatın İçinden Özlü Sözler, Yusuf Semmak, S: 103, 51. Söz)

✔✔ "Fazilet; birtakım ma’lûmâtlar ezberlemek değildir. Gerçek fazilet; Tevhîd akîdesini benimsemektir. Ma’lûmâtları bütün insanlar elde edebilirler ama Tevhîd’le ancak imana liyakati olanlar şereflenirler. Tevhîd temeli üzerine yükseltilmeyen bilgi binası yıkılmaya mahkûmdur!" (Hayatın İçinden Özlü Sözler, S: 126, 92. Söz)

✔✔ "Tevhîd ve şirk i’tikâdları farklı iki ağaç gibidir.Tevhîd, kökü sağlam, dalları gökyüzünde ve sürekli meyve veren güzel bir ağaç iken; şirk ise, köksüz, istikrarsız, meyvesiz ve kötü bir ağaçtır. Tevhîd, Allah’ın emrettiği bir inanç şeklidir. Şirk ise, Tevhîdî akîdeyi kabul etmeyen, hevâ, heves, zan ve kuruntulara uymaktan ibâret olan, farklı görünümlerdeki felsefî ideolojilerdir. Allah’a itaat, Tevhîd ağacını sağlamlaştırır ve güzel meyveler elde etmeyi sağlar. Câhilî, taassubî, ideolojik doktrinleri desteklemek ise, şirk ağacını sulamak, meyvesiz ve çürük bir ağaç yetiştirmeye çabalamaktır!

[Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Görmedin mi, Allah nasıl bir misal getirdi? Güzel söz, kökü (yerde) sâbit ve dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir. O ağaç, Rabbinin izniyle her zaman meyvelerini verir. Allah düşünüp ibret alsınlar diye (böyle) misaller verir. Kötü bir kelime de toprağın üstünden, kökünden koparılmış, istikrarsız, sebatı olmayan kötü bir ağaç gibidir.” (İbrâhîm: 24-26)]" (Hayatın İçinden Özlü Sözler, S: 150, 151, 144. Söz)

✔✔ "Tevhîdî akîdeye bağlanmadan işlenen tüm ameller, kalburla su taşımaya benzer." (Hayatın İçinden Özlü Sözler, S: 170, 196. Söz)

✔✔ "Tâğûtların en nefret ettikleri dava “Lâ İlâhe İllallah” davasıdır." (Hayatın İçinden Özlü Sözler, S: 199, 261. Söz)

✔✔ "Tevhîd'in anlam ve şartlarını bilme ve Tevhîd'in gerektirdiği bir hayatı yaşama konusunda cehâlet mazeret değil, suçtur!

Bilmemek ile bilememek ayrı şeylerdir. Öğrenme imkânı olduğu halde öğrenmeyip câhil kalan kimse cehâleti nedeniyle ma’zûr sayılmaz!

Câhillik mazeret olsaydı, ilmin ve âlimin fazileti kalmazdı ve kimse de nasihat dinlemez, bilgisiz kalarak kurtuluş hayalleri kurardı!

Dinin aslında cehâlet mazeret olsaydı, bilgisizliğin ilimden üstün olması gerekirdi. Ayrıca bilmeyenlere dini teblîğ etmek de hikmete aykırı olurdu. Çünkü belki de o kimse hakkı öğrenince tâbi olmayacak, böylece cehennemlik olacaktır. Oysa câhilliği içinde kendi hâline bırakılsaydı, mazeretli sayılacaktı! Bu düşünce yapısı ilmi değil, cehâleti üstün tutmaktadır!" (Hayatın İçinden Özlü Sözler, S: 210, 211, 280. Söz)

✔✔ "Tevhîd’siz bir yaşam, oksijensiz bir hayat gibidir.

[Oksijensiz kalmaya bir insan ne kadar dayanabilir ki? İşte Tevhîd’siz kalmak da mânevî açıdan bir ölümdür. Allah’a iman, insana hayat, canlılık ve güzellikler kazandırır.]" (Hayatın İçinden Özlü Sözler, S: 253, 344. Söz)

✔✔ "Müslüman olmayı istemek ya da 'Müslümanım' demek başarı değildir ; asıl mesele, nasıl bir Müslüman olunması gerektiğini bilmek ve Tevhîd inancına sadakatle sadece Allah'a kul olmaktır!

[Câhiliyye toplumlarında Müslümanlık adına çıkmış o kadar çok bâtıl inanışlar bulunmaktadır ki; bir kimsenin ‘Müslümanım’ derken ve bir Hristiyan ya da Yahûdînin ‘Müslüman oldum’ derken, nasıl bir Müslüman olduğuna dikkat etmesi gerekir! Çünkü Tevhîd akîdesini benimsemeden ikrâr edilen iman iddiaları bâtıldır!]" (Hayatın İçinden Özlü Sözler, S: 329, 330, 468. Söz)

3- MEÂL-TERCÜME-TEFSÎR HAKKINDA KISACA:

Kur'ân’ın kelime ve cümlelerini her yönüyle motamot yani aynen misli misline, hiçbir anlamını, inceliğini ve nüktesini eksik bırakmadan başka bir dile çevirmek mümkün olmadığı için Kur'ân-ı Kerîm'in tercümesi değil, meâli yapılabilir.

Tercüme (terceme), bir sözü gerek söylendiği dilde, gerekse de başka bir dile aynen çevirmek demektir. Tercüme, aslın anlamına tamamen uygun olmalıdır. Sözün içinde ilim, sanat ve üsluba dair ne kadar nükteler ve zenginlikler varsa, bunların tercümede bulunması gerekir. Aksi takdirde eksik bir tercüme olur.

Bu şekilde tercüme yapmak oldukça zordur. Normal şartlarda insanların sözlerini dahi aynı dil içinde çevirmek ya da başka bir dile nakletmek yahut da bir başkasına aynen ulaştırmak çok zor olduğuna göre, birebir tercüme Allah'ın Kitâbı için hiç mümkün değildir.

Tercüme iki kısma ayrılır: Harfî veya lafzî ve mânevî veya tefsîrî… Harfî/lafzî tercüme, az önce temas ettiğimiz gibi, bir dildeki ifadeyi başka bir dile tam karşılığı ile aktarmaktır. Mânevî/tefsîrî tercüme ise, sözün aslına tam riâyet etmeden, anlam ve maksatları güzel bir şekilde aktarmaktır.

Tercüme denildiğinde, harfî/lafzî tercüme anlaşılsa da, günümüzde daha çok bu (mânevî/tefsîrî) tercüme yapılmaktadır. Allah Kelâmı olması hasebiyle Kur’ân’ın harfî tercümesi yapılamaz. Kur’ân üzerinde çeviriler tefsîrî tercümedir; bu nedenle de “meâl” denilmektedir. Tefsîrî tercüme ile meâl bir bakıma aynı anlamı ifade etmektedir. Ancak tefsîrî tercümede anlamı ifade etmek için kelime kullanımı konusunda biraz daha rahat hareket edilir, merâmı ifade edici cümle teşekkülüne yani mânâya odaklanılır.

Bize göre; meâl ne lafzî tercümedir ne de tefsîrî tercüme! Bu ikisinin arasında ama tâkat ölçüsünce metne sadâkat göstererek çeviri yapma çabasıdır. Olması gereken de budur. Allah en iyi bilendir.

Eğer meâle "tefsîrî tercüme" anlamı verirsek yani ikisi de aynı şeydir dersek, bu durum, Kur'ân için söylendiğinde metindeki kelime ve cümlelerin nüktelerini, tam ifade ettiği mesajlarını, kendi belâğat ve üslubu dairesinde ifade etmek yerine, tefsîr yaparcasına fazladan kelimeler ve cümleler kullanılacaktır. Bunu, insanların sözlerinde yapmak uygun olsa da, Allah'ın Kelâm'ına mânâ verirken bu şekilde tasarruflarda bulunmak yerinde olmaz. Zira "metin/mânâ" ayrıdır, "şerh/tefsîr" ayrıdır. İkisini kendi yerinde zikretmek gerekir. Zaten Tefsîr ilmi, Âyetlerin açıklama ve yorumlarını yapmaktadır; neden birini diğerinin yerinde kullanalım?

Tefsîr ise, kelime, terkîb ve cümlelerdeki kapalılıkları, zorlukları, zor anlaşılan ğarîb, mübhem, muğlak, mutlak, mukayyed, âmm, hâss, mücmel, mufassal vs. lafızları açmak ve bunlardan ne kastedildiğini açıklamak demektir. Tefsîr kelimesi daha çok Kur’ân ilmi için kullanılır. Kur’ân’ı tefsîr etmek, onu yorumlamak anlamındadır.

Çeviri esnasında meâlde anlamda eksiltme vardır. Tercümede asıl olan, mânâda eksiltme yapmadan aynen çeviri yapmaktır. Meâlde anlamda eksilme kaçınılmaz olsa da, mutlak anlamda tercümede anlamda noksanlık kabul edilemez. Tefsîrde ise mânâ ve maksatları bir usûl çerçevesinde geniş geniş açıklamak söz konusudur. Yani ifadeden kastedilen murâd, maksad ve merâm ne ise, anlaşılıncaya kadar o metnin izah edilmesidir. Allah en iyi bilendir.

4- BİLMEYENLER (CÂHİLLER) SUSARSA, ANLAŞMAZLIK YOK OLUR (AZALIR)

لو سكت الذين لا يعلمون لانعدم الخلاف

"Şayet bilmeyenler (câhiller) susarsa, ihtilâf, görüş ayrılığı ve anlaşmazlık yok olur."

Cehl (bilgisizlik); adem-i ilmdir yani ilimsizliktir.

Kimisi, insanların ilmî ve fikrî pek çok meselede kıyamete kadar ihtilâf etmelerinin Sünnetullah'ın bir gereği olduğunu söyleyerek, bu sözün yanlış olduğunu savunabilir. Fakat burada şuna dikkat etmek gerekir. İhtilâf iki türlüdür: Birisi, ilmî ihtilâf; diğeri ise cehlî ihtilâftır. İlki, ulemânın kendi aralarında farklı bakış açılarını benimsemeleridir ki, bu câizdir. Diğeri ise, cuhelânın ilimsizce ve bir delile dayanmadan görüşler beyan etmeleri, aralarında ayrılığa ve anlaşmazlığa düşmeleridir, bu da bâtıldır, haramdır. Çünkü câhillerin görüş ayrılığı fitnedir, tefarruktur. İlmi olmayan kimseler hadleri olmayan meselelerde sussalardı, insanlar arasında anlaşmazlıklar, kırgınlıklar, kızgınlıklar, ayrılıklar ve husûmetler azalırdı. Kimisi de: "Rabbin dileseydi, bütün insanları bir tek ümmet yapardı. Onlarsa hâlâ ihtilâf içerisindedirler" (Hûd: 118) Âyetini göstererek ihtilâfların bitmeyeceğini, dolayısıyla bu sözün yanlış olduğunu söylerler. Âyette وَلاَ يَزَالُونَ مُخْتَلِفِينَ “fakat onlar ihtilâf edici bir halde devam edip gideceklerdir, ihtilâfa düşmeye devam edeceklerdir ya da onlar ihtilâf edip durmaktadırlar” buyurulmaktadır. Önce Âyette hılâf değil, ihtilâf kullanıldığına dikkat çekelim. İnsanların ihtilâfları hiç bitmeyecektir. Ama yukarıdaki sözdeki لانعدم الخلاف "anlaşmazlık yok olur" ifadesi mutlak anlamda değildir. Buradaki anlaşmazlıklar yani meşru olmayan zıtlaşmalar belli coğrafyalarda, belli asırlarda veya belli ortamlarda son bulur demektir. Zıtlaşmaların yok olması, oralarda ilmî ihtilâfların olmayacağı anlamına gelmez. Bu kaçınılmazdır ve sözün kastettiği o değildir. Bu nedenle ilim ehli bazı kimseler bu sözü söylerlerken لقل الخلاف "anlaşmazlık azalır" manasını kastetmişlerdir. Bilineceği üzere, herhangi bir asır ne kadar güzel bir asır olursa olsun, ferdî ve husûsî anlamda ikili ilişkilerde anlaşmazlıklar olabilir. Bu kaçınılmazdır. Önemli olan, anlaşmazlıkların azalmasıdır.

Şu gerçeğin altını tekrar çizelim ki, ihtilâf kelimesinin menfî anlam boyutu olsa da, daha çok müsbet anlamda ilim ehlinin kanaat, fetvâ, dirâyet yönünden fikir ayrılıkları anlamında kullanılır. Hilâf kelimesi ise daha çok, ilimsiz anlaşmazlık, zıtlaşma ve muhâlefet anlamında kullanılır. Bazı âlimler ihtilâf ve hilâf kavramlarını açıkladıkları risâleler yazmışlardır. Son olarak, ihtilâflar esnasında, ihtilâf ahlâkından ödün vermememiz gerektiğini unutmayalım. Müslüman, her durumda güzel ahlâk ile hareket eder.

5- "BEN SENİN GENÇLİĞİNİ DE BİLİRİM!"

Kötüye kullanıldığında, her nimetin bir de şerr boyutu vardır. İnternetin şerr boyutu da, elinin altında klavye bulunan herkesin aklına estiği gibi konuşabilmesi, yazabilmesi, tartışabilmesi ve yorum yapabilmesidir. Yerli-yersiz, hadli-hadsiz, hikmetli-hikmetsiz, doğru-yanlış ortaya konulan bu yazılar, konuşmalar ve tartışmalar sosyal medyada yer almaktadır. Pek çok kimse, hatta potansiyel anlamda toplumun kendisi bütün bunlardan olumsuz olarak etkilenmektedir. Layk, paylaşım, takip, tıklanma, okunma, izlenme, yorum gibi özellikler, paylaşım motivasyonunu artırmaktadır. Bir de bunlara internet fenomeni olma, tanınma ve yapay itibarlar elde etme hırsları eklenince insanlar habire ölçüsüz ve gereksiz paylaşımlar yapmaktadırlar. Hem de zahmetsizce. Evde, yolda, işte, çarşıda, arabada, seyahatta, tatilde, yatarken, kalkarken, kahvaltı yaparken vs. her durumda extra bir zahmet çekmeden telefonlardan, tabletlerden ve bilgisayarlardan tüm dünyanın istifadesine (!) paylaşımlar ışınlanmaktadır. Ne kadar havalı değil mi? Okul dönemlerinde ders çalışmayı sevmeyen, genelde vasat seviyede bile olmayan orta-lise düzeyindeki eğitim sürecinde dahi başarılı olamayan, İmam Hatip'te Arapça başta olmak üzere İslâmî derslerde vasatın altında kalan, başka da bir tahsîli bulunmayan insanların hepsi internet çağında bir anda âlim, bilim adamı, filozof, sanatkâr, zanaatkâr, edîb, belîğ, şâir, siyaset bilimci, yorumcu oluverdiler. Bu tür insanları gördükçe Nasreddîn Hoca'nın, "Ben Senin Gençliğini de Bilirim" fıkrası hatıra geliyor. Sürekli eşeğe binmeye alışkın olan Nasreddîn Hoca bir gün ata binmek istemiş. Atın üzerine sağdan atlamış olmamış, soldan atlamış olmamış. Hâsılı, ne kadar uğraşsa da ata binememiş. İnsanların, kendisine baktıklarını sanarak: "Aah, ah" demiş, "Bir de beni gençliğimde görecektiniz!" Sonra sağına soluna bakınmış, kimsenin olmadığını fark edince, kendi kendine: "Ben senin gençliğini de bilirim!" demiş. Aynen bu fıkra gibi, şu an pek çoğuna bakıyoruz çok havalılar... Gelişigüzel fikir beyanı ile insanlar yanında itibar elde etmeye çalışıyorlar! Nasılsa gençliklerini bilmiyoruz. "Sizin altyapınız, eğitiminiz yabancı tabirle background'unuz (bekraund'unuz) yetersiz" diyecek kadar tanımıyoruz zât-ı âlîlerini... Ama en azından fıkrada olduğu gibi, kendimize karşı dürüst olup, ayaklarımızın yere basması gerekmez mi? Rabbimiz, verdiğin nimetlerin şerr, zarar ve fitne yönündeki musibetlerinden Sana sığınırız!

6- "DİN ADINA BAĞLAYICILIĞI OLAN VAHİY" ALLAH’IN İZNİYLE ANCAK PEYGAMBERLERE GELİR…

PEYGAMBERLERİN SONUNCUSU (HÂTEMU’N-NEBİYYÎN) HZ. MUHAMMED’DEN SONRA NE NEBÎ NE DE RASÛL GÖNDERİLECEKTİR...

Dinin esasları adına ilave ve çıkarma anlamında Yüce Allah kimseye vahiy göndermez. Allah, kendi izniyle ancak seçtiği peygamberlere vahyeder. Allah Teâlâ, dinini insanlara ulaştırma, açıklama, onları arındırma, tezkiye etme, onlara bilmediklerini öğretme ve onlara örnek olma vazifesini âhir zaman Nebîsi Hz. Muhammed aleyhisselâm'a lütfetmiştir. Onun vefâtından sonra kıyâmete kadar kendisine vahiy geldiğini söyleyip insanları saptırmaya çalışanlar; şeytanlar tarafından aldatılmış ve söyledikleriyle insanları saptıran kimselerdir. Şeytan, bazı kimselere "ben Cebrâîlim, ben Peygamberim, ben Allah'ım..." diye değişik sûret, görüntü ve ambiyanslarda görünür ve onları aldatmaya çalışır. O kimseler de gördüğü o kimseyi, şeytanın yalan söylediği zatın kendisi sanır. Şeytan bunu yaparken giyim kuşamı, oturduğu tahtı, sarayı, üzerindeki ve etrafındaki yüksek voltajlı ışık, zengin görüntüsü, albenili ve câzip servetler, altınlar, paralar vs. gibi yapmacıktan geniş imkânların sahibi kudretli bir kimse izlenimini vererek, iddia ettiği zatın kendisi olduğuna ikna etmeye çalışır. İlim ve iman noktasında zaafı olan kişilerin bunu yememesi çok zordur. Ama şeytan herkese bu şekilde gelmez. Geldiği kimseleri de kontrolüne almak için elinden gelen aldatmaca sebeplere dört elle sarılır. Şeytan o kimseyi buna inandırınca, o da şeytandan aldığı iğvâ ve telkinlere başkalarını inandırmaya çalışır. Bu atmosferde o kimsenin elinden hârikülâde denilebilecek, olağandışı hâdiseler de vuku bulur; bunun da kerâmet ya da mûcize olduğunu iddia eder, câhil kimseler de buna inanır. Oysa ondan sâdır olanlar; o kimse, sapıklıkta karar kıldığı için, Allah'ın onun sapkınlığını artırmayı irâde buyurduğu yani o olağan dışı görüntülere izin verdiği istidraclardır. Bir kimsenin i’tikâd ve iddiası, Kur'ân ve Sünnete aykırı ise, o kimse Allah ve Rasûlüne isyan eden bir yalancıdır. Bir kimsenin elinden olağandışı bazı olaylar sudûr ediyorsa; o kimsenin sıfatına ve haline bakılır… O kimse, bir peygamber ise, o ameli mûcize, o kimse Allah dostu bir âlim ya da müttakî, sâlih bir kul ise, o ameli kerâmet, o kimse Kur'ân ve Sünnete uymayan sözler sarf eden ve Ümmet-i Muhammed'in yolundan başka yollara girmiş bir kimse ise, o ameli istidracdır. Peygamberimizin hayatının son demlerinde bile Müseylemetü'l-Kezzâb çıkmış ve peygamberlik idddia etmiştir. Rasûlullah, bu yalancıyla yazışmış ve kendisini "kezzâb" (çok yalancı) diye isimlendirmiştir. Bu adam etrafında pek çok kimse de toplamıştır. Çokluk, hakkın ölçüsü olamaz. Bir fikir ortaya atılırsa, onu savunan yığınlar da kaçınılmaz olarak olmaktadır. Önemli olan, kötülüklere geçit vermemektir. Rasûlullah vefât etmeden önce başka yalancı peygamberler de türemiştir. Bunların bazısı tekrar İslâm'a dönmüştür. Peygamberlik iddia eden yalancı kadınlar dahi çıkmıştır. Özellikle Abbâsîler döneminde yalancı peygamberler çoğalmıştır. Bu sapkınlık tâ Peygamberimizin ömrünün son demlerinden itibaren baş göstermiştir. O vefât edince hızlanmıştır. Asrımızda da rasûl olduğunu, nebî olduğunu, Îsâ olduğunu, Allah'la, Peygamberle, Cebrâîl'le görüşüp konuştuğunu, kendisine vahiy geldiğini, kitap yazdırıldığını, Allah'ın vahyiyle kontrol altında olduğunu, söylediklerinin kendisine ait olmadığını, söylediklerini Allah’tan ya da Peygamberden aldığını iddia edenler çoğalmıştır. Bunlara itibar edilmez. Bir kimse, Kur'ân ve Sünnetin tek bir hükmüne bile karşı gelip inkâr ederken, havada uçsa, denizde yürüse, aynı anda iki yerde bulunsa; o kimsenin ameli, onun lehine değil, aleyhinedir. Çünkü o hârikülâdeliklerin adı istidracdır. Allah, inancı kalbinde değil de gözünde ve aklında olan kimseleri -hikmeti gereği- iyice o sapkınlıklar içinde bırakmak için onların beklentilerine uygun bir ceza vermektedir. Gerçek mü'mini, Allah'a kul olmak ve sâlih amel işlemek heyecanlandırıp etkilerken, imanına zulüm bulaştıranları, gözlerinin temâşa ettikleri etkilemektedir, onları kendilerinden geçirip vecde getirmektedir!

7- SICAK HAVALARDA ARABAYA BİNİNCE KLİMA VE PENCERE UZMANI KESİLENLER!

“Sıcak günlerde arabaya binildiğinde klima açıldığı zaman, pencerelerin açılmaması gerekir” diye bilgisizce ve bilinçsizce ısrar eden kimselerin bu görüşlerinin yanlışlığını ve tutarsızlığını iç sesim ve vicdanım hep haykırırdı, dilimle de bunu beyan ederdim ama her konuda olduğu gibi bu konuda da bilimsel bir açıklama yapmak adına uzmanların söz sahibi olduğunu söyleyip susmayı tercih ederdim. Fakat susmayan dakikalarca yanlış konuşan kimselere de şâhit olurduk. Yüksek ısı altında iyice ısınan aracınızın içinde yüksek orandaki benzen (hidrokarbon) miktarını teneffüs edip sağlık yönünden sorun yaşamamanız için, pencereleri açarak öncelikle içerideki sağlıksız hava koşullarını hava sirkülâsyonu ile sağlıklı hale getirin. Maalesef ki, bazı kimseler bir yerlerden kulaktan dolma bir şeyler duyuyorlar. O duydukları -doğru olsa da- onu tam anlayamıyorlar. Sonra da kafalarında kalan bir cümleye kendi akıllarınca, anlayabildikleri kadarıyla anlamlar yükleyip tefsirler yapıyorlar. Sonra da dedikleri sözleri, "uzmanlar söyledi" oluyor! Oysa, uzmanlar, onların anladıklarının tam aksini söylüyorlar ama söylenenleri anlayamayan kimse, yanlış anladıklarını uzmanlara mal ediyor. Mesela; uzmanlar arabaya binildiğinde ne kadar sıcak olursa olsun, pencerelerin açılıp hava sirkülâsyonu ile içerideki zararlı ve belki de zehirleyici havanın/gazların temizlenmesinin önemini vurgulamak maksadıyla "klima açmayınız, pencere açınız" demek adına "klima ile pencereyi aynı anda açmayınız" dediyse, bu sözden, anlayışı sınırlı olan bir kimse, "bu ikisinin aynı anda açılması zararlıdır" anlamını çıkarıyor. Ama bu çıkarım yetersiz. Sonra da "pencereyi açarsanız, klimayı açmayın; klimayı açarsanız da pencereleri açmayın" sonucuna ulaşıyor! Oysa bu yaklaşım yanlıştır. Kısaca tahlilimize devam edelim: İkinci cümle açıkça yanlıştır. İlki de sanki doğru gibi görünüyor olsa da, o da yanlıştır. Çünkü "pencereyi açarsanız..." diye şarta bağlıyor. Yani "açmak istemezseniz, pencereler kapalı durabilir ve klimaların serin havası ile -kan hücrelerini öldürme etkisi olduğu için kanser yapan bileşikler arasında sayılan- benzen gazını teneffüs edebilirsiniz" demek istemektedir. Yarım hoca, yarım doktor hesabı bir yaklaşım yani! Oysa iki ihtimalli amellerde zaten yarı yarıya doğruya ya da yanlışa yönelik fikir beyan etme potansiyeli herkeste bulunmaktadır. Ama buna "ilim, bilim" denmez, "zann" denir. Yukarıdaki örneğimiz üzerinde düşünürsek, aslında bir konuda bilgi sahibi olmadan söylenen söz doğru kılıklı olsa da, yarım yamalak bir doğruluk payı bile taşımamaktadır! Yarım bilgi, noksan bilgi hükmünde bile değildir! Yanlış ve ehliyetsiz konuşmalardır! Bilmediğimiz konularda susmasını bilelim! Zira sağlık önemli...

8- HADÎSLERİN, KUR’ÂN’A ARZ EDİLMESİ MESELESİ:

Bismillâhirrahmânirrahîm.

Allah’a hamdolsun. O’na güveniyorum. Selâm da O’nun seçkin kullarının üzerine olsun. Allah size merhamet etsin, şunu biliniz ki; bazı ilimler vardır ilaç gibidir. Bazı görüşler de vardır ki abdesthâne gibidir, ancak zarûret ânında zikredilir. Allah’a hamdolsun ki, uzun zamandır mevcut olmayan fakat şimdilerde (kötü) kokusu yayılan bir görüş var.

O da şu:

Bir râfizî zındığı sözünde ileri giderek Sünnet-i Nebeviyye ve rivâyet edilen Hadîslerle amel edilemeyeceğini, sadece Kur’ân’ın delil olacağını söylemiştir. Allah Teâlâ, Hadîs-i Şerîflerin yüceliğini ve şerefini artırsın.

Bu kişi bu sözüne delil olarak da şu sözü getirmiştir:

مَا جَاءَكُمْ عَنِّى مِنْ حَدِيثٍ فَاعْرِضُوهُ عَلَى الْقُرْاٰنِ، فَإِنْ وَجَدْتُمْ لَهُ أَصْلاً فَخُذُوا بِهِ، وَإِلاَّ فَرُدُّهُ

“Size benden bir Hadîs geldiğinde bunu Kur’ân’a arz edin. Eğer bu Hadîsle ilgili Kur’ân’da bir asıl buluyorsanız, Hadîsi alın; bulamıyorsanız onu reddedin.” [1]

Bu râfizîden ben de bu hadîsi bu şekilde işittim. Başkaları da işitti. Bazıları oralı olmadı. Bazıları da bu sözün aslını ve nereden geldiğini bilmiyor. Ben de bu sözün aslını ve bâtıl olduğunu insanlara açıklamak istedim. Çünkü bu, toplumu helâke götürecek en büyük sebeplerden bir tanesidir. [2]

DİPNOTLAR VE AÇIKLAMALAR:

[1] Hadîs uydurmadır. Ukaylî, “sahîh isnâdı yoktur” der. Sâğânî de, “mevzû'dur (uydurmadır)” der.

Bkz. Delâilu’n Nübüvve, İmam Beyhakî, I/27;

el-Mevdûât, İbnu'l Cevzî, I/257, 258;

El-Fevâidu’l Mecmûa, İmam Şevkânî, 278, 291;

Sünen-i Dârekutnî, IV/208;

er-Risâle, İmam Şafiî, 224;

el-İhkâm, İbn-i Hazm, II/76;

el-Fevâidu’l Mevdûa, el-Kermî, No: 152;

el-Mekâsidu’l Hasene, 36;

Temyîzu’t Tayyib mine’l Habîs, 13;

Keşfu’l Hafâ, No: 220;

Tezkiretu’l Mevzûât, 28;

Lisânu’l Mizân, I/455;

Avnu’l Ma’bûd, IV/329;

Ehâdisu’l Kussâs, No: 51;

Muhtasaru’l Mekâsidi’l Hasene, No: 53;

Mecmeu’z Zevâid, I/170

[2] Bu açıklamaların tamamı, İmam Suyûtî’nin “Miftâhu’l Cenne fi’l İhticâci bi’s Sünne” eserinden alıntıdır. Bu eser, “Sünnet'in İslâm’daki Yeri” ismiyle Türkçe’ye çevrilmiştir. Sünnetin dindeki yerini delilleriyle öğrenmek için bu kitabın tamamının okunmasını tavsiye ederiz. Suyûtî, toplumu helâke götüren sebeplerin başında bu fitneyi gördüğü için, Ümmet-i Muhammed’i ve tüm insanlığı uyarmak adına bir kitap yazmıştır.

İmam Suyûtî rahımehullâh’ın doğumu 849/1445, vefâtı ise 911/1505’tir. “Şimdilerde kötü kokusu yayılan bir görüş var” derken yaklaşık beş buçuk asır öncesinden bahsetmektedir. Bu, âlimlerin ne kadar firâsetli ve basîretli olduğunun çok açık bir delilidir. O günlerde pis kokusu yayılmaya başlayan “Hadîsleri Kur’ân’a arz etme görüşü” bugün tüm dünyada yaygınlaşmış bir fitne durumundadır. Şerrinden Allah’a sığınırız. Allah Teâlâ, İmam Suyûtî’ye rahmet etsin.

DELİLLİ VE ÖZLÜ AÇIKLAMALAR:

Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Sizden birinizi; emrettiğim veya yasakladığım konulardan birisi kendisine ulaşınca koltuğuna yaslanmış durumda iken, ‘(Bunu) bilmiyorum, Allah’ın Kitâbında ne bulursak ona uyarız (Hadîsleri kabul etmeyiz)’ derken bulmayayım.” (Tirmizî, İlm, 10, No: 2663; İbn-i Mâce, Mukaddime, 2, No: 13, Hadîs Sahîhtir; İbn Hıbbân, No: 13; er-Risâle, İmam Şafiî, 89, 403, 404; Hâkim, Müstedrek, I/108)

Kur’ân’ı anlamak için, Hadîsleri delil saymayıp kendi akıllarına, mantıklarına göre Âyetlere yorum yapanlar için de sadece bir Hadîs-i Şerîf’i hatırlatmakla yetinelim:

“Kur’ân’dan kendi görüşüne göre hüküm çıkaran kimse isâbet etse de hata etmiştir.” (Tirmizî, Tefsîr, 1, No: 2952; Ebû Dâvud, İlim, 5, No: 3652; Ebû Ya’lâ, III/90)

Bu Hadîs, bu rivâyet şekliyle senedindeki Suheyl b. Abdullah b. Ebî Hazm dolayısıyla tenkîde uğramış olsa da, bu Hadîsin ifade ettiği anlamda çeşitli varyantları bulunup birbirini desteklediği için, İmam Suyûtî, Hadîsin hasen olduğunu belirtmiştir. (Câmiu’s Sağîr, Suyûtî, 8900 Numaralı Hadîs)

Bu kısa ama ispatlı açıklamalardan sonra kesin olarak şunu anlıyoruz ki, Kur’ân’ı anlama ve yorumlama yöntemleri içinde asla akıl temel ölçü değildir. Karşımıza çıkan Hadîslerin, Kur’ân’a arz edilmesi yöntemi de, Hadîslerin sahîhini, uydurmasından ayırt etme metodlarından birisi olamaz!

Muhaddislerin, Hadîsleri "Metin Tenkîdi" yönüyle incelemeleri esnasında, Kur'ân'a başvurmaları, ilmî bir yöntemdir ve bu metod ancak âlimler için câizdir. Avâmın keyfî davranışları ile, âlimlerin te'vîl, tefsîr ve ictihâdlarını birbirine karıştırmamak gerekir!

Herhangi bir Müslüman ya da bir araştırmacı, Kur’ân’dan kendisinin anladığı kanâate göre, “şu Hadîs sahihtir, şu Hadîs uydurmadır” diyemez! Yukarıda bir tane Hadîsle yetinip, uyardığımız gibi bu fitne, Peygamberimize yakın dönemlerde olmayan bir fitneydi. Bu bakımdan ileride böyle bir fitnenin zuhûr edeceği Peygamberimiz tarafından belirtilmiş ve bu mezmûm davranış biçiminden insanlar sakındırılmıştır. Bu anlayış, çok tehlikeli olduğu için, Peygamberimiz, daha sonra gelecek nesilleri ciddiyetle ikaz etmiştir. Bu uyarıları dikkate almak zorundayız!

Rasûlullah’ın Sünnetine uymanın farz oluşuna Kur’ân’dan delil:

“Andolsun ki Allah mü’minlere, içlerinde kendilerinden Âyetlerini okuyan, onları tertemiz eden, onlara Kitap ve HİKMET’i öğreten bir Peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur. Hâlbuki daha önce onlar gerçekten apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Âl-i İmrân: 164)

İmam Şafiî’ye göre; Âyette geçen “hikmet”, Rasûlullah’ın Sünnetidir. (er-Risâle, S: 78)

Çok sayıda müfessir bu Âyetteki "hikmet" kelimesini, Rasûlullah'ın Sünneti olarak tefsîr etmektedir.

Şu iki Hadîs ile sözümüzü bağlayalım, inşâAllah.

“Dikkat edin! Sizden biriniz koltuğuna kurulduğu halde benden bir Hadîs kendisine ulaşacak da, o kimse şöyle diyecek: ‘Bizimle sizin aranızda Allah’ın Kitâbı vardır. (Rasûlullah bunu söylememiştir. Bunu bırakın, Kur’ân’da ne varsa ona uyun!) Bu Kitâbda neyi helâl olarak bulursak onu helâl sayarız ve onda haram olanları da haram kabul ederiz.’ (Dikkat edin!) Muhakkak Allah Rasûlünün haram kıldığı bir şey, Allah’ın haram kıldığı gibidir.” (Tirmizî, İlm, 10, No: 2664)

“İyi bilin ki, bana Kur’ân ve onunla beraber bir misli verildi. Yine iyi bilin ki, bana Kur’ân ve onunla beraber bir misli verildi. Kezâ, bilesiniz ki, karnı tok kişinin koltuğuna oturup, şöyle demesi yakındır: ‘Size sadece Kur’ân yeter. Kur’ân’da helâl olarak bulduğunuzu helâl sayın. Haram olarak bulduğunuzu da haram kılın.’ Şunu bilesiniz ki ehlî eşek, yırtıcı tırnaklı hayvan ve zimmîlerin yitik malı haramdır.” (Ebû Dâvûd, Sünnet, 6, No: 4604; Beyhakî, IX/332; Delâil, VI/549)

“Kim kendisine dosdoğru yol apaçık belli olduktan sonra Peygambere karşı gelir ve mü’minlerin yolundan başkasına uyup giderse, onu döndüğü o yolda bırakır ve cehenneme atarız. O ne kötü bir dönüş yeridir.” (Nisâ: 115)

Rabbim bizleri, yaşayan Kur’ân olan Rasûlünün Sünnetine en güzel şekilde ittibâ eden kullarından eylesin.

Sözlerimizin başı da sonu da yüce Rabbimize hamd etmektir.

9- İNSANLIK (İNSÂNİYET, BEŞERİYET) ÖLMEZ, İNSANLAR ÖLÜR!

Dört yaşında dedemi, sekiz yaşında babamı, on yaşımda babamın tek erkek kardeşi olan amcamı kaybettim. Küçüklükten itibaren yetimliği, öksüzlüğü ve yoksulluğu dibine kadar yaşadım. Geri kalan akrabalar da, varlıkları ile yoklukları belirsiz vaziyette hükmen yok durumundaydılar. Fakat hayat bana şunu öğretti ki, "Allah var keder yok..." Bu hakikati, ruhuma, iliklerime, kemiklerime ve tüm zerrelerime kadar -yaşayarak- öğrendim ve tüm zerrelerimle "âmennâ" dedim. Hemşeri, komşu, arkadaş, tanıdık, eş, dost denen insanlar hayat sahnesinde birer seraptan başka bir şey değillermiş. Bunu yaşadıkça gördüm. Vefâsızların vefâsızlıği, Allah dışında her şeyden müstağnî olunması gerektiğini ilmek ilmek kişiliğime dokudu. Allah'ın huzurunda tezellül ve tazarru' ile şükrediyorum. Yakın çevremde ve uzaklarda ne kadar vefâsız gördüysem, bu kötü örnekler beni Allah'a daha çok bağladı. Hayatta ve sonrasında gerçek anlamda Allah'tan başka sığınak ve merci' olmadığını ilme'l-yakîn (yakînî bilgi), ayne'l-yakîn (yakînî muâyene) ve hakka'l-yakîn (yakînen yaşamak sûretiyle) defalarca müşâhede ettim. Bu yönüyle Yüce Rabbim belki de pek az insana nasip olan "küçüklükten itibaren hayatın içinde olgunlaşma ve takâmül etme nimetini" bu fakire nasip buyurdu. O'na sonsuz hamdolsun. Vefâ, sadakât, sevgi, saygı, şefkat, merhamet, samimiyet, fedakârlık, ferâğat, anlayış, duyarlılık, paylaşım, îsâr ve empati olmadıktan sonra, elde edilen dünyalıkların bir kazanç olmadığına, aksine bir fitne vesilesi olduğuna şâhitlik ettim. Üç kuruş kazanmak için uzun zamanları hebâ etmek yerine, dost kazanmanın başarı olduğuna inandım. Bir ortamda insanlar, -farz-ı muhâl- hep vefâsız olsalar dahi, vefâ duygusunu kaybetmemek gerektiğini öğrendim. Ne zaman ki, insan vefâ, sadâkat, samimiyet ve anlayışını kaybeder, işte o zaman gerçek anlamda kaybetmiş olur. Tâ ki, İslâmî ve insânî bu değerleri tekrar kazanana dek! Asıl kurtuluşa nâil olanlardan ve ebedî kazananlardan olmamız duası ile.

10- HERKES PAYLAŞIYOR BAHANESİYLE, YİYECEK RESİMLERİ PAYLAŞMA! SEN, KENDİ AMELİNDEN SORUMLUSUN!

Arkadaşlar, kabul etseniz de etmeseniz de yiyecek resimlerinin gelişigüzel ve ısrarla sosyal medyada paylaşılması câiz değildir, vebali vardır. O yiyecekleri görüp de canı çekenler olur. Bu dünyada hamile hanımlar, çocuklar, yetimler, kimsesizler, yoksullar, garipler var. Nefsi ve midesi olan insanın canı çeker. Gösterişçiliği meşrulaştırıcı ve teşvik edici, hikmetsiz, faydasız ve beyhûde bu davranıştan sakınmak icap eder. İnsanlar, ısrarla bu yanlışa devam etseler de, biz ısrarla uyarıp sevap kazanmaya devam edelim, inşâAllah. Küçüklüğümde ibretle şâhit olduğum ve küçük yaşlardan itibaren o yaşanmışlığı kişilik binamda yapı taşına dönüştürdüğüm ve riyâkârlığın ne kadar çirkin bir amel olduğunu da anlamama vesile olan bir anım var. Yetim ve fakir bir çocuk olarak ilkokul yıllarında kapı komşumuz emekli bir imam vardı. Adam penceresinin önüne çeşit çeşit meyveleri hatta sebzeleri koymaya bayılırdı. Yaz kış fark etmez, onun penresinin önü âdeta meyve ve sebze sergisi gibi olurdu. Biz de çocuklar olarak evden her çıktığımızda o adamın sergilediği meyveleri gördükçe yutkunurduk. Bir yetimin ihtiyacını karşılamak şöyle dursun, yetimlerin canını çektirmek, onlara âdeta hava atarcasına gösteriş yapmak hangi aklın mahsûlü olabilirdi?! Bu adam gösteriş yaparken hangi hâlet-i rûhiyede idi dersiniz? Facebook'ta paylaşım yapanlarla aşağı yukarı benzer psikolojilerle kendisini aklıyordur değil mi? "Ben, Allah'ın nimetlerinin çokluğunu itiraf ediyorum ve o nimetlere şükür olarak paylaşıyorum, helâlinden yemenin önemini vurguluyorum, ikram etmeye teşvik ediyorum, ..." İnsanın, lafı mı biter? Gerçekten insan bir şeye şartlandı mı çok mücadeleci oluyor ve huy kolay kolay değişmiyor. Ancak köklü iman ve Allah için takvâ insanı hayırlar elde etme istikametinde koşturuyor. Hayırlı ve hak sözlere "Allah râzı olsun, eyvÂllah" dedirtiyor. Hakk Teâlâ'dan gelen hakka, nefsin arzularına ve şeytanın vesveselerine mahkûm olmadan cân-u gönülden, içtenlikle ve hulûs-u kalp ile "semi'nâ ve eta'nâ" (işittik ve itaat ettik) diyen sâlih mü'minlerden olmayı dileriz.

11- LAİKLİK, BATI ÂLEMİ İÇİN BİÇİLMİŞ KAFTANDIR; İSLÂM’LA BİR MÜNASEBETİ YOKTUR!

Laiklik, din üzerinde Allah’la beraber kendisini egemen güç gören din adamlarının ve kilisenin halk üzerindeki baskı ve zulümlerini engellemek için Fransa başta olmak üzere Hristiyan dünyasında kabul edilmiş bir prensiptir. Batı dünyası teokratik sistemlerden özellikle Orta Çağ’da çok çekmiştir. Teokrasi, dînî kurallara dayanan bir yönetim biçimi olmaktan ziyade; din adamlarının egemenliğine dayanan bir rejimdir. Yani bu yönetim biçiminde bâtıl da olsa, dinin öğretilerinin fazla bir önemi yoktur. Bu düzlemde mânevî ve rûhânî liderler hevâ ve heveslerine göre fetvâlar verirler, onların ağzından çıkan laflar din ve siyaset adına kanun hükmündedir. Dolayısıyla bu tür sistemlerde, din adına halkı sömüren ve insanlara zulmeden dinci yöneticiler ilâhlaştırılır ve onlara kulluk edilir. Bu uygulama ile İslâm’ın hiçbir ilgisi olmadığı gibi, İslâm’ın en başta karşı olduğu sistemlerinin başında bu doktrinler gelmektedir. İnsanlık ve İslâm tarihi boyunca hiçbir dönemde İslâm’ın baskısından bahsedilmemişken, hangi doktrini savunuyor olursa olsun tâğûtların ve Hristiyan dinci ideolojilerin baskı ve işkencelerinden asırlarca halk inim inim inlemiştir. Buna çözüm olarak da, yani kendi dinlerinin baskısından, şerrinden ve dinci istibdadın gazabından kurtulmak maksadıyla “sigorta” mesabesinden “laiklik” denen bir prensibi olmazsa olmaz bir ilke olarak gündeme getirmişler, bir zaman sonra da uygulamaya koymuşlar ve tüm dünyaya da servis etmişlerdir. Laikliğin çıkışı, kendi bünyelerinde vücut bulan despotizmi önlemek ve despotların elini tutmak, tesirini kontrol altına almaktır. Laikliğin çıkışı, haçlı dünyasının asırlardır uyguladığı dinci uygulamalara bir tepkidir, reaksiyondur. Bunun İslâm ile bir alâkası yoktur. Çünkü beşerî ve bâtıl dinler, insanlar için bir baskı unsuru olabilir ama Allah’ın gönderdiği yegâne hak din olan İslâm’ın sakınılacak ve -hâşâ- şerrinden halkı korumak gereken bir yönü yoktur. Fakat dinin aslı (hak din) ile din anlayışları arasındaki fark bazen gerçek para ile sahte para arasındaki fark gibi olabilir. Yani her anlayışı meşru sanmamak gerekir; belki de o bir bâtıldır. Ama bunlar, İslâm’ın kendisi için bir leke ve bir kusur değildir; çünkü ferdî ve şahsî durumlardır ve sahibini bağlar. Önemli olan, İslâm’ın kendisidir. Bir toplum gerçek İslâm ile tanışabileceği bir süreçten geçmedikçe, onların davranışları, İslâm’ın referansı olamaz. Laiklik de, Allah’ın dini olan İslâm’ın kontrolörü olamaz! Zira İslâm, ikmâl ve itmâm olmuştur, tamamlanması gereken bir noksanı da bulunmamaktadır. İslâm’ın aslından bir şeyi çıkartmak ya da ona prensip olarak yeni bir şey eklemek şirktir!

12- İSTİKRARSIZ YAŞAYAN KİMSE, BAŞKALARINA İSTİKRARDAN SÖZ EDEMEZ!

Sözümüze, "Adam, Allah rızâsı için ilim talebesi, Kur'ân talebesi, Hadîs talebesi olmuyor. Arapça öğrenmiyor. İslâmî ilimlerin disiplinleri anlamına gelen usûl ilimlerini ve âlet ilimlerini tahsîl adına bir çaba içine girmiyor. Neden? Bunların dünyevî çıkar boyutlarının olmadığı için. Dünya menfaati vaat edilmediği için. Hakikatte, ilmin karşılığında insanlardan bir beklenti içine girilmemesi gerektiği için..." diyerek başlayalım ve devam edelim.

Kimisi de, Arapça öğreniyor. Beni insanlar, hoca/müderris olarak bir yerlerde istihdam etsinler, geçimimi sağlasınlar diye. Beyefendinin maaşını verip de bir yerlerde istihdam etmezlerse, ilimle bir alâkası kalmıyor. Aslında zaten yok. Âdeta hâliyle "ben, geçimlik için varım" diyor ama bunu -firâset ve basîret ehli hâriç- her insan göremiyor. Hırslı olup da söke söke kendisini başkalarına taşıtmaya çalışanlar da nefret uyandırıyor. Peki, nerede kaldı, samimiyet ve ihlâs? Onur ve iffet?

Adam diyanette görev alıyor, câiz diyor. Neden? Menfaati olduğu için. Hacc ve umre işi yapıyor, câiz diyor. Neden? Menfaati olduğu için. İlâhiyatçı oluyor, câiz diyor. Neden? Menfaati olduğu için. Şunu ya da bunu yapıyor ya da yapmıyor. Neden? Çıkarını gözettiği için. Bir zaman da geliyor, bu yaptıklarının bazılarına câiz değil diyor. Neden? Menfaati bittiği için. Hayatı bu şekilde çelişkilerle dolu olan insanlar, ilim adamı kisvesiyle fetvalar veriyorlar. Neden? Yine menfaat için. Hassas noktası ve zaafı menfaat olan kimsenin sözüne itibar edilebilir mi? Bir bakıyorsunuz, evet diyor, bir bakıyorsunuz, hayır diyor. Bir dönem câiz diyor veya câiz değil diyor, bir zaman sonra aksini söylüyor. Bu tür insanların sözüne göre hareket edenin başı döner, dengesi bozulur. Zira çelişkilerle iç içe bir hayat, insanı mânen sarsar! Hayatında meşru bir istikrarı elde edememiş kimsenin, kimseye bir hayrı dokunmaz. Başkalarına zarar vermesin yeter! Dengesiz insanların susması vâciptir, hakta sebât farzdır...

Not: Yazımızda cımbızlama yaparak farklı sonuçlara ulaşmayın; yazımızın bütünlük içinde vermek istediği mesaj, istikrarın önemidir. Verilen örneklere de takılmayın, önemli olan meşru istikrarın ve hak üzere sebâtın en büyük hayırlardan ve faziletlerden olduğunun vurgulanmasıdır. Ve bu fazilete teşviktir. Yoksa bir konuyu açıklamak için örnek sunacak olursanız, meşru ya da gayrimeşru istikamette binlerce örnek bulabilirsiniz. İnsan, her şeyden önce kendi iç âleminde istikrarı yakalamalı, kararsız kişilikten kararlı ve sebâtlı bir kişiliğe ulaşmalı, zaman geçtikçe kendisiyle çatışmaktan uzaklaşmalıdır. Aksi takdirde o kimse, böyle bir kişilik ve ruh hali ile ne konuşsa, faydadan çok zarar getirir.

13- KENDİME SORUYORUM…

Dün bir paylaşım yapacaktım, vazgeçmiştim. Bir gün gecikmeyle de olsa, faydalı olacağı düşüncesiyle o paylaşımı yapmaya karar verdim. O paylaşımda diyecektim ki, "ey nefsim, başkaları sana soruyor, cevap veriyorsun. Şimdi de ben sana, yani kendime soruyorum. Sorum şu; öyle insanlar vardır ki, onların bir yanlışını söylesem, aram bozulur, söylemesem de olmuyor. Nasıl hareket etmeliyim?" Kendime cevap veriyorum. "Hakkı söyle." Tekrar soru soran bir yanım, bana sormaya devam ediyor. "Yani o kimselerle aram bozulsun mu?" Cevap veriyorum: “Bozulmasın.” Tekrar soruyor, "bozulmadan nasıl olacak? Zaten sorun orada, bazı kimselere bir yanlışlarını söyleseniz, onların maharetiyle ikili ilişki zarar görüyor. Bu durumda, o kimsenin yanlışını söyleyip, düzeltmeye çalışmak mı hikmettir yoksa daha büyük zarara sebep olma potansiyeline ve karakterine sahip o kimseyi içinde bulunduğu yanlışla baş başa bırakmak mı?" Kendime cevap veriyorum, "gördüğün bir yanlışın düzeltilmesi için tek sebep sen değilsin, onun için bir kimsenin yanlışını düzeltmenin esbâb (sebepler) anlamında başka çözüm yolları düşünülmelidir. Onu uyaracak kimse, o kimsenin bir yakını olabilir, hürmet ettiği biri olabilir ya da buna benzer meşru bir vesileyle hakikat o kimseye ulaştırılabilir." Nefsim durmuyor, soruya devam ediyor, “ama nice kimseler var ki, -nice kelimesi ile kastettiğim bazı yerlerde az, bazı yerlerde de çok olabilen kimseler- kimseyi duymaz, dinlemezler, bildiklerine uygun konuşulmadıkça, kimseye eyvAllah demezler. Bu kimselerin yanlışlarını düzeltme nasıl olacak? Kendi haline bıraksanız, başkalarını da olumsuz etkiliyorlar…” Birkaç soru bile bizi bu kadar sıkıştırıyorsa, sorular daha da artsa acaba halimiz nice olur. Kendime cevabım, "o kimselerin hidâyet ve selâmetleri ve başkalarına kötü örnek olmamaları için dua et" şeklindedir. Bir yanlışı söylendiğinde sizinle küsmeye ya da samimiyetinizi bozmaya hazır kimseleri bir yana koyun, bir tartışmada, beklentisine uygun konuşmadığınızda bile, sizinle arasını bozacak insanlar bulunmaktadır. Az mıdır, çok mudur Allah bilir ama bu, toplumumuzun insanlarının bir vâkıasıdır. Hatta adam, bir kimseden nefsî anlamda gıcık kapıyor, siz onun lehinde, onun ıslâhı, onun hayrı gibi hikmetlerle güzel bir söz söylemeyegörün anında size tavır alabilmektedir. Bu kimseler, küstükleriyle küsmenizi, barıştıklarıyla da barışmanızı beklerler. Sanki dostluk ve düşmanlıkta, usûl, âdâb, muaşeret ve örneklikte kendileri model ve bağlayıcı delilmiş gibi! Oysa düşünmezler ki, insanlarla güzel geçinmek, onlara Müslümanca örnek olmak ve Allah için onlara fayda sağlamak gerekir. Önüne gelenle atışıp tartışan, onunla bununla arayı bozan, sonra da o kimselerle küslüklerini İslâm’a bağlayan kimseler, İslâm’ı, haklılıklarına mesnet ve Allah’ı da yaptıkları amellerine şahit gösterdikleri için, yarın Hakkın huzurunda ne yapacaklar? Kaldı ki, kendileri başkalarıyla küserlerken, hem de yakınlarındaki insanları da nefisleri uğrunda buna zorluyorlarsa?!

14- DİNLEDİĞİM BİR KONUŞMANIN BİR BÖLÜMÜNE ELEŞTİREL YAKLAŞIM:

Birisi, konuşma yaparken "fetvâ vermek için âlim olmak gerekir mi?" diye soru soruyor ve kendi sorusuna kendisi cevap veriyor. Fetvâ vermek için âdil olmak gerekir diyor. Fetvâ verende sahîh akîde ve adâlet.olmak üzere iki özellik olmalı diyor. Neticede akîdesi düzgün olan âdil kimse fetvâ verir diyor. Burada âdil kimsenin tarifinin yapılması gerektiğini söylüyor. Ve âdil kişi, İslâm Şerîatına uyandır diyor.

Bence bu arkadaş âlim kime denir, bu meseleyi bilmiyor. İlmin ne anlama geldiğinden habersiz. Kendisiyle bir kez görüştüğüm ve Arapça bilmeyen, ilim tahsîl etmemiş, sadece Türkçe kitaplar okuyarak genel kültürle konuşan bu arkadaşın fetvâ verecek kimsenin âlim olması gerektiğini söylememesine şaşırmamalıdır.

Burada önce güzelce ilmin ve âlimin tariflerini kavramak gereklidir. Daha sonra da ilmi olmayanın, yani bir meseleyi bilmeyenin akîdesi düzgün, âdil bir kimse olsa bile, kendisine yöneltilen sorulara nasıl fetvâ verebileceği üzerinde düşünmek gerekir! Böyle bir şey mümkün mü? Adam istediği kadar temiz, iyi niyetli mü'min olsun, bilmiyorsa, fetvâ vermek onun işi olabilir mi?

Bir yanlışa yönelik Müslümanca tepkimizi koyduktan sonra şunu diyebilirim ki, bu arkadaş ilim tahsîl etmemiş biri olduğu için doğru şeyler dahi düşünse, yanlış ifadeler kullanmaktadır. Belki de aklından şu geçmektedir. Bir kimse ne kadar bilgili olursa olsun, eğer akîdesi bozuksa ya da İslâm Şerîatına uymuyorsa veyahut da ilmiyle amel etmiyorsa yani fısk-u fücûr içinde bir hayat yaşıyorsa, o kimse fetvâ veremez demek istemektedir. Kardeşim, o halde bu şekilde söylesene. Neden konuyu geniş bir yelpaze ile, etraflıca ele almaya çalışıyorsun. Usûl bilmeden ve ilim ehli olmadan o meseleleri metodolojik şekilde açıklayamazsın ki! Bırak, o meselelerde âlimler söz söylesin. Ya da âlimlerin temel eserlerine müracaat et, onlar ne demişlerse, onu naklet. Tabiî ki bunu yapabilmek için de Arapça ilmine vukûfiyet gerekir. Bu durumda da bazı insanlar, ilmi basitleştirip, kendi anladığı manaya sıkıştırıyor, böylece ilme zulmediyor. İlimden bir katre, bir damla olsun nasibi olmayan kimse, eğer haddini de bilmiyorsa, ondan, başka ne beklenebilir ki?!

Ya âlim/bilen ol, ya müteallim/öğrenen ol, ya müstemi'/dinleyen ol, ya da muhibb/seven ol, sakın beşinci olma yoksa helâk olursun!

Müslüman; ya âlim, ya talebe, ya dinleyen (ve amel eden), ya seven (destek veren, kol kanat geren) olmalıdır. Bunların dışında beşinci sınıftan olmamalıdır. Yani bir insan düşünün ki, ne öğreniyor, ne öğretiyor, ne dinliyor, ne de seviyor! Bu vasıflardan hiçbirisini üzerinde taşımıyor; böyle bir Müslüman modeli yoktur! Zira bu dört özelliği taşımadığı halde, bunlara zıt sıfatları taşıyan kimse -Allah korusun- helâk olur!

15- İSTİŞÂRE EDEN PİŞMAN OLMAZ!

İSTİŞÂRE ETMEYEN PİŞMAN VE PERİŞAN OLUR!

Hayat boyunca öyle insanlar gördüm ki, önemli işlerinde istişâre etmedikleri ya da formalite olarak istişâre ediyor görüntüsü verdikleri halde istişârenin gereğiyle amel etmedikleri için burunları toprakta sürtülmüş, sonunda pişman ve perişan olmuşlardır. Ama o sıkıntıların istişâre etmemekten ya da istişâreye uymamaktan kaynakladığını anlayacak erdem ve basîreti pek az insan gösterebilmiştir!

Rabbimiz buyurdu:

"Onların (Müslümanların) işleri aralarında şûrâ/müşâvere/meşveret/danışma iledir." (Şûrâ: 38)

Danışma ve istişâre gerçeğin ortaya çıkması için karar sürecinden önce olur. Rabbimiz, Peygamberine hitâben: "İş hususunda onlarla müşâvere et. Bir kere de azmettin mi artık Allah'a güvenip dayan (tevekkül et). Şüphesiz Allah, kendisine güvenip dayananları (tevekkül edenleri) sever" (Âl-i İmrân: 159) buyurmaktadır. Âyetten anlaşılıyor ki, Rasûlullâh kararını verdikten sonra insanların Allah Rasûlünün önüne geçmeleri, kararına karşı çıkmaları mümkün değildir. Bu Âyetten hareketle âlimler, imam, insanlarla müşâvere ettikten sonra, görüşleri değerlendirir ve kararını verir demişlerdir. Son karar imamın kendisine aittir. Kararı verdikten sonra Allah'a tevekkül eder. Bu karara karşı çıkılmaz. Allah daha iyi bilir.

İstişârenin ve müşâverenin önemine dair çok sayıda Nass bulunmaktadır. Hepsinden önemlisi Kur'ân-ı Kerîm'in 42. Sûresi Şûrâ Sûresidir. Bu sûrede, Müslümanların işlerinin kendi aralarında danışma ile olduğu bildirilmektedir. Taberânî'de geçen seneden zayıf ama mânen sahîh olan bir Hadîs'te: "İstişâre eden pişman olmaz" buyurulmuştur. Bu Hadîs'in mefhûm-u muhâlifi, istişâre etmeyen pişman olur demektir. Vâkıaya bakıldığında bu hakikatin insanların hayatlarında -maalesef ki- sık sık tezâhür ettiği görülmektedir.

16- “SEN OLMASAYDIN, ÂLEMLERİ YARATMAZDIM” SÖZÜNÜN MUHTEVÂSINA DAİR, İBN-İ TEYMİYYE’NİN BİR SÖZÜNDEN HAREKETLE BİR KARDEŞİMİZİN SORDUĞU SUÂLE VERDİĞİMİZ CEVABI İSTİFÂDEYE SUNUYORUZ:

SUÂL SAHİBİ:

Bir kardeşimiz, aşağıdaki soruyu sormuştur:

“İbn-i Teymiyye der ki:

فَمَا يُنْكَرُ أَنْ يُقَالَ: إِنَّهُ لِأَجْلِهِ خُلِقَتْ جَمِيعُهَا وَإِنَّهُ لَوْلاَهُ لَمَا خُلِقَتْ

(مجموع الفتاوى، جـ 11، صـ 98)

Şu söz inkâr edilemez: Bütün mahlûkât Muhammed (sav) hürmetine yaratılmıştır. O olmasaydı, bunların hiçbiri yaratılmazdı." (Mecmûu'l-Fetâvâ, XI, 98)

Hocam, bu sözler İbn-i Teymiyye’ye atfediliyor. Ben bunu yazan kişiye inanamadım. Önünü arkasını koymamış, acaba bilginiz var mı hocam?”

CEVABIMIZ:

Bu cümleler, Mecmûu'l Fetâvâ 11/98'de geçiyor kardeş. O konuyu baştan sona dikkatlice okumanızı tavsiye ederim.

SUÂL SAHİBİ:

Peki, hocam, bunu kabul mü ediyor yoksa ret mi ediyor?
Hadîsin uydurma olduğunu söylüyor onu biliyorum. Ama bu cümleyi anlayamadım. Bizler bu görüşü reddediyoruz, şaşırdım biraz hocam. İlim de eksik olunca anlayamadım.

CEVABIMIZ:

Kardeş, "Levlâke levlâk lemâ halaktu'l-eflâk" (Sen olmasaydın, sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım) metninde uydurma bir söz özellikle tasavvufî kitaplarda ve kaynaksız yazılan kitapçıklarda "Hadîs" diye geçer. Oysa o Hadîs değildir. O sözden hareketle, bu konuda -halk arasında- yanlış yorumlar yapanlar oldu. Nasıl ki Hristiyanlar ve Yahûdîler peygamberlerini aşırı övüp yücelttiler ve nihâyetinde de ilâhlaştırdılarsa, bazı câhil insanlar da, tam tersi istikâmette Rasûlullah'ı değersizleştirmeye çalıştılar. Onu sadece insânî yönü itibariyle "Allah'ın kulu" olarak gösterdiler; "Allah'ın Rasûlü" sıfatında tefrîte düştüler. Oysa hakikatte o Allah’ın kulu ve Rasûlü idi. Bizim gibi insandı; yerdi, içerdi, çarşılarda gezerdi, evlenir, çoluk çocuk sahibi olurdu ama aynı zamanda da Allah'ın Rasûlü idi ve kendisine vahiy gelirdi. O, diğer peygamberlerin imamı idi. Meleklerden de üstündü. Bu durum mi'râc’da da ortaya çıkmıştı. Meleklerin geçemedikleri sidre-i müntehâ'yı geçip yüceler âleminde nice hârikulâdelikleri temâşâ etmiş, cenneti ve cehennemi görmüştü vs... Aslında onun faziletini anlatmaya kelimeler yetersiz kalır. Rabbimiz, Enbiyâ Sûresinin 107. Âyetinde "Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik" buyurarak, onun faziletinin ne kadar büyük olduğunu haber veriyordu. O uydurma Hadîs de, metnen uydurma olsa da, mânâsı doğru anlaşılması şartıyla “doğru söz” denilebilecek bir ifade iken, yıllarca mutasavvıfların, o sözü -bi-tarîkı'l-keşf, bi-tarîkı'r-rü'yâ vs. yollarla- sahîh ilan edip, aynen Hristiyanların ve Yahûdîlerin yoluna girerek Peygamberimizi insanlıktan çıkarıp melekleştirdikleri, hatta ilâhlaştırdıkları içindir ki, Müslüman kesim o söze karşı önyargılı hale geldi. Oysa bir sözü doğru yorumladıktan sonra sorun yoktu. Ama öyle olmadı. İnsan, bir meseleyi anlatırken bazen genelden özele, bazen özelden genele bazen sebeplerden sonuçlara, bazen de sonuçlardan sebeplere gidebilir. Önemli olan sahîh bir yola girebilmek ve meşrû bir metod benimseyebilmek...

Bu konuda benim söyleyeceğim şeyler çok ama kısa kesip, İbn-i Teymiyye rahımehullâh'ın o konusunu tamamen okuyup inşâAllah size döneyim. Farklı bir cümle ilâve etmek gerekirse onu da ekleriz inşâAllah.

SUÂL SAHİBİ:

Tamam, insâAllah hocam.

Allah (c.c) râzı olsun sizden.

CEVABIMIZ:

Kardeş, İbn-i Teymiyye’nin açıklamalarını sizin vesilenizle tekrar okudum. Yukarıda yazdıklarımdan farklı bir şey söylemiyor. Ama okuduğum bölümlerde neler geçtiğine dair kısa anekdotlara yer vereyim. İbn-i Teymiyye, ilk cümlesinde “Nebî aleyhisselâm, beşerin kendisinden yaratıldığı şeyden yaratıldı…” diyerek, kendisi de bir beşer olan Peygamberimizin yaratılışının beşerin yaratılışından farklı olmadığına dikkat çekici bir ifadeden sonra; Rasûlullah’ın, Âdemoğullarının efendisi ve mahlûkâtın en faziletlisi olduğunu belirtiyor. O, olmasaydı arş, kürsî, semâ, arz, güneş ve ay yaratılmazdı dedikten sonra, yukarıdaki mesajımda dile getirdiğim “Levlâke…” sözünün Hadîs olmadığını, o sözü söyleyen kimsenin bilinmediğini ama o sözün sahîh biçimde tefsîr edilmesi gerektiğini, daha doğrusu sahîh şekilde tefsîr edilebileceğini belirtiyor. Burada bazı Âyetler zikrediyor. “Göklerde ve yerde bulunanların hepsini kendi katından (bir lütuf ve bir rahmet olmak üzere) size boyun eğdirmiştir…” (Câsiye, 13) Bu ve benzeri Âyetlerin, Allah’ın mahlûkâtı, Âdemoğulları için yarattığını beyan ettiğini/açıkladığını söylüyor. Fakat bu ifadeye bir itiraz olmasın diye de, yukarıdaki benim mesajımda da üzerinde durduğum, bu sözü yanlış anlama problemine yönelik açıklamalara başlıyor. Ve diyor ki: Ma’lûmdur ki, bu konuda Allah’ın bundan başka ve bundan daha büyük hikmetleri de bulunmaktadır… Bu noktada mantık ve kıyâsın verilerinden yararlanıyor: Şu şunun için yapıldı, denilse; bu, ondan başka bir hikmetin olmamasını gerektirmez… “Bu olmasaydı, bu yaratılmazdı” diyenin sözü gibi.

Özetin özetini verdiğimiz, bu ikna edici açıklamalardan sonra tekrar lafzan uydurma olan o söze dönüyor… İfade ettiğimiz gibi, daha önce o sözün anlamının sahîh olduğunu ya da doğru şekilde yorumlanabileceğini söylemişti. Tabiî ki, bir söz Hadîs değil diye hemen bâtıl sayılacak değildi; kim söylerse söylesin, kimden gelirse gelsin, o söz hak olabilir. “Sen olmasaydın…” sözü gibi. İbn-i Teymiyye rahımehullâh diyor ki; o söz, Âdemoğullarının sâlihlerinin en faziletlisinin Muhammed aleyhisselâm olmasını gerektirir, bu sonucu verir: “Sanki Rasûlullah, yaratılmışlar içinde ğâyetu’l-ğâyât (gayelerin gayesi)dir” diyor.

Burada hemen insanın aklına, Rabbimizin “Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım…” buyruğu geliyor. Melekler -yeryüzünde fesat çıkartıp kan dökecek kimseler mi var edeceksin diye- şaşırıp, Âlemlerin Rabbine suâl tevcîh ettiklerinden ise, Yüce Allah “Hiç şüphesiz Ben, sizin bilmediklerinizi bilirim” buyuruyor (Bkz: Bakara: 30).

Yeryüzünde “halîfe” sıfatıyla yaratılan insanların ve tüm mahlûkâtın en hayırlısı Hz. Muhammed aleyhisselâm’dır. Rabbimiz, meleklerin endişe ettikleri durumdan farklı insanların da olacağını beyan sadedince sizin bilmediklerinizi bilirim buyururken, başta Peygamberimiz olmak üzere nice nebîlerin ve sâlih kulların olacağını kastediyordu.

Bu dakîk nükteden hareketle bir kimsenin “Mahlûkât onun için yaratıldı” sözünün ne zararı olabilir ki? Bu açıdan/bu haysiyetle bakınca, İbn-i Teymiyye’nin yukarıda yaptığı açıklamaları da göz önüne alırsak, bizim böyle dememiz, Rabbimizin mahlûkâtı yaratmasında başka hikmetlerinin, hatta daha büyük hikmetlerinin olmamasını da gerektirmez.

İbn-i Teymiyye, daha sonra Hristiyan ve Yahûdîlerin peygamberlerini aşırı ta’zîm edip, onları ululadıklarına, Peygamberimizin de “Hristiyanların, Meryem oğlu Îsâ’yı aşırı övdükleri gibi, beni de aşırı övmeyiniz. Şüphesiz ben bir kulum; o, Allah’ın kulu ve Rasûlüdür, deyin” buyurduğuna dikkat çekiyor.

Son olarak da, tâatin/itâatin Allah ve Rasûlüne olduğunu ama haşyet, takvâ, rağbet, rehbet, tevekkül gibi ibâdetlerin sadece Allah için olduğunu belirtiyor ki, insanlar, Allah’tan başka rabbler ve ilâhlar edinmesinler. Allah en iyi bilendir.

Şeyhu’l-İslâm İbn-i Teymiyye’nin bu konudaki açıklamalarını bütünlük içinde okumak isteyenler, Mecmûu’l-Fetâvâ C: 11, S: 94-99. sayfalar arasından okuyabilirler.

SUÂL SAHİBİ:

Allah (c.c) râzı olsun, soruma cevap verdiğiniz için. Allah (c.c), ilminizi ve sâlih amelinizi artırsın. Rabbim, bizlerı Firdevs’te komşu yapsın, hocam. Fî emânillah.

CEVABIMIZ:

Âmîn ecmeîn kardeşim. Siz de, Allah'a emânet olun.

17- ŞİRK KOŞAN VE KÜFRE GİREN KİMSEYİ KILDIĞI NAMAZ KURTARMAZ!

İNSANI KURTARACAK OLAN ŞEY; ŞİRKİ, KÜFRÜ VE NİFÂKI TERK EDİP, TEVHÎD AKÎDESİNİ BENİMSEMEK VE ŞİRK KOŞMADAN İMAN ÜZERE ALLAH’A İBÂDET ETMEKTİR.

Şirk koşan kimseleri namaz, oruç, zekât, hacc gibi şeklî amellerinden dolayı tekfîr edemeyenler (onların Müslüman olduğunu söyleyenler), Tevbe Sûresinin 65 ve 66. Âyetlerini okumuyorlar mı?

“Andolsun, onlara soracak olsan, elbette şöyle diyeceklerdir: ‘Biz sadece eğlenip şakalaşıyorduk.’ De ki: ‘Allah ile, O’nun Âyetleriyle ve Rasûlü ile mi eğleniyordunuz?’ Özür dilemeyin. Siz iman ettikten sonra gerçekten kâfir oldunuz.” (Tevbe: 65, 66)

Bu olay, Tebük seferine çıkarken, Tebük gazvesi esnasında gerçekleşmiştir. Bu Âyette kastedilen, Allah ile, O’nun Âyetleri ile ve Rasûlü ile eğlenmenin ne şekilde gerçekleştiğine dair farklı rivâyetler nakledilmiştir. Fakat önemli olan, Allah’la, Âyetleriyle ve Rasûlullah’la alay etmenin, dalga geçmenin küfür olduğudur. Bu ne şekilde yapılırsa yapılsın, Allah’ın dinini eğlence edinen kimseler kâfir olurlar. Önemli olan nokta budur ve bu Kur’ân’ın muhkem bir hükmüdür.

Bir rivâyete göre, bazı münâfıklar, Rasûlullah’ı kastederek, “Şam saraylarını ve Bizanslıların kalelerini zaptedecek kimseye bakın!” diyorlar ve kendi akıllarınca Allah’ın Rasûlü ile eğleniyorlardı! Oysa Rasûlullah ile dalga geçmek, onun davasını hafife almak, onun teblîğ ettiği ve tâbi olduğu Âyetleri inkâr etmek, Allah ile de alay etmek demekti ki, bu apaçık bir küfür idi. Rabbimiz, böyle yapan kimselere hiç bahane uydurmamalarını, onların imandan sonra küfre girdiklerini açıkça bildiriyordu.

Küfrün kısımlarından biri olan “Allah ile, Allah’ın Âyetleri ile ve Rasûlullah ve onun Sünneti ile istihzâ/alay” insanı küfre sokar.

Lafa söze dalıp Allah ve Rasûlü hakkında ileri geri konuşan bu kimseler, bu davranışlarını “öylesine konuşma ve eğlence” olarak adlandırmışlardır. Yani kötü niyetlerinin olmadığını sadece gülmek ve güldürmek amacıyla bir mecraya girdiklerini ve söze daldıkça daldıklarını ifade ederlerken; dalga geçtikçe dalga dalga küfür bataklığına battıklarını fark edemediler bile!

Bu kimseler bu davranışları ile kâfir oluyorlarsa, günümüzde pek çok şirkin ve küfrün içinde yüzen kimseler -bazılarına göre- nasıl küfre girmiyorlar acaba?! Hidâyetten mahrûm olan bilgisiz kimseler, bazı insanların namazlarına, oruçlarına, zekâtlarına, haclarına, Kur’ân okumalarına vs. davranışlarına bakarak onları, içinde bulundukları küfürlerine rağmen “Müslüman” say(n)ıyorlar! Oysa düşünmezler mi, Yüce Allah’ın haber verdiği bu kimseler de beş vakit namaz kılıyorlar, oruç tutuyorlar, zâhiren pek çok amelleri ibâdet kasdıyla yapıyorlardı ama mukaddesâta yönelik bir alaylarıyla küfre girmişlerdi. Allah, onların namazlarına da oruçlarına da sakallarına da bakmadı! Hatta bu kimseler cihâd ortamında olmalarına rağmen, bu amelleri de onları kurtarmadı. Allah, onların kâfir olduklarını bildirdi. Her kim, ne durumda ve nerede olursa olsun, eğer Allah ile, Allah’ın Âyetleri ile, Rasûlullah ve onun Sünneti ile alay eder, hafife alır, reddeder ya da inkâr ederse küfre girmiş olur! Tevbe Sûresinin 65 ve 66. Âyetlerinden bu hakikatler sarâhaten anlaşılmaktadır.

18- LÂFAZANLIK, LÂF KALABALIĞI HAYIR DEĞİL, ŞERR GETİRİR!

Hakka çağıran davetçiye karşı muğâlata (demagoji, lâf ebeliği) yapan, Tevhîd’in hakikatini anlamamak için bin dereden su getiren, işi yokuşa süren kimse muhâtabına değil, kendisine zarar vermektedir! Çünkü her demagoji, insanın içinde bulunduğu labirent misali inanç çıkmazına yeni bir çıkmaz yol daha eklemek olacaktır ki, bu da o kişinin o girdaptan çıkışını güçleştirecektir.

“Andolsun ki Biz bu Kur’ân’da insanlara her misali geniş geniş açıkladık. İnsan ise tartışması her şeyden daha çok olandır.” (Kehf: 54)

“İnsan, tartışmaya her şeyden daha çok düşkündür…”

İnsanlar binlerce şeyler konuşabilirler ama öyle hakikatler vardır ki, o cümleler meseleye nokta koyan cinstendir. Rabbimizin bu uyarısı da, insanların ardı arkası kesilmeyen bâtıl sözleri, ihtilâfları ve tartışmaları karşısında olayı kökten çözen uyarıcı bir beyandır… Allah Teâlâ, Kehf Sûresinin 54. Âyetinde, insanı yaratanın kendisi olduğuna, onu nasıl yarattığını en iyi kendisinin bilebileceğine, insanın fıtratında tartışmacılığın had safhada olduğuna dikkat çekerek, onun çok ve boş konuşmaktan ve tartışmacılıktan sakınması gerektiğine dair uyarıda bulunmaktadır. Bu Âyette, insanların, Kur’ân’ın buyruklarına uymaları gerektiğini bildiren Rabbimiz, vahye uyan kimselerin asla beşer ürünü fikirlerin boyunduruğunda felsefî cedellerle ömür tüketmeyeceklerine, Allah ve Rasûlullah’a itaat etme noktasında “semi’nâ ve eta’nâ” (işittik ve itaat ettik) sözünü akîde edinerek Âlemlerin Rabbine kulluk edeceklerine vurgu yapılmaktadır. Mü’min, Zümer Sûresinin 18. Âyetinde geçtiği gibi her sözü işitir, en güzeline uyar ama Allah ve Rasûlünün her sözünü işitir hepsine uyar… Rabb-i Rahîm’in sözü ile insanların sözleri arasındaki fark işte budur! Allah’tan gelenler mutlak anlamda bağlayıcıdır, insanların sözü ise Allah’ın buyruklarına uygun olduğu sürece doğrudur, aksi takdirde yanlıştır ve bâtıldır. İlim, fen, akıl, zekâ, fıtrat ve tecrübe yanlışa değil, doğruya uymayı emreder…

Evet, tartışmaya bu kadar düşkün olan insanın, daha çok dikkat etmesi gerekir. Mesel haline gelmiş pek çok sözle ifade edildiği gibi, hiç şüphesiz insanın âfeti, belâ ve musibeti lisânındandır.

Kur’ânî bir dua ile Rabbimize niyâzda bulunalım:

“Rabbimiz biz, ‘Rabbinize iman edin’ diye imana çağıran bir davetçiyi (Peygamberi) işittik ve iman ettik. Rabbimiz, günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, ruhumuzu da iyilerle birlikte al. Rabbimiz, bize peygamberlerin aracılıyla va’dettiğini de ver. Kıyâmet gününde bizi rüsvay etme. Şüphe yok ki Sen va’dinden dönmezsin.” (Âl-i İmrân, 193, 194)

19- NAZAR HAKKINDA TADIMLIK:

“Göz (göz değmesi, nazar) haktır (sâbittir, gerçektir).” (Buhârî, Tıbb, 36; Libâs, 86; Müslim, Tıbb, 41, 42)

“Göz (nazar) haktır. Eğer herhangi bir şey kaderin önüne geçecek olsaydı, göz (nazar, isâbetu’l-ayn) onu geçecekti.” (Müslim, Tıbb, 42)

Bu Hadîs'ten, kaderin sâbit olduğu anlaşılmaktadır. Bu durum, Nasslarla ve Ehl-i Sünnet'in icmâ'ı ile haktır. Her şey Yüce Allah'ın kaderine ve O'nun eşya üzerindeki ezelî ilmine göre meydana gelir. Nazarın zararı da, onun dışındaki tüm hayır ve şerrler de ancak Allah Sübhânehu ve Teâlâ'nın kaderi ile gerçekleşir. Bu Hadîs'ten, nazarın yani göz değmesinin sâbit ve gerçek, zararının da güçlü olduğu anlaşılmaktadır.

"Nazar insanı mezara, deveyi kazana sokar." (İbn-i Adiyy)

20- İLİM TÂLİBİ (TÂLİB-İ İLM) KİMDİR?

Gerçek ilim tâlibi; tahsîl ettiği ilmi ancak Allah için öğrenen, yaşayan, teblîğ eden, ilmini çıkar vasıtası edinmeyen, ehli ilim olması karşılığında hiçbir dünyalık elde edemese dahi, ilim tahsîlinden vazgeçmeyen, ilimden soğumayan, bilâkis insanların vefâsızlığı karşısında ilme daha bir ciddiyetle sarılan, Allah'ın rızâsını kazanmak için çırpınan, bu amacına ulaşmak için her geçen gün ilme ilgisi ve sevgisi artan ve hak yolunda istikrarlı hayatı ile insanlar için güzel bir örneklik ortaya koyan cennet yolcusudur. Bu vasıfları taşımayan kimseye ilim tâlibi denmez!

21- EY KARDEŞİM! ŞÖHRET VE RİYÂSET TUTKUSUNDAN SAKIN!

ŞÖHRETPERSTLİĞİN VE BAŞ OLMA SEVDASININ KOKUSU DAHİ RUHLARDA BİR EZÂDIR!

Şöhret ve riyâset (liderlik) tutkunu kimseler ne ilim ehli olabilirler ne de ehil idareci!

Bu iki tutkusu olanın, ne ilimden ne de idarecilikten nasibi vardır.

Bir kimsede şöhret ve liderlik hastalığının kokusunun/emâresinin dahi olması o kimseye ayıp olarak yeter! Böyle bir görüntü sergileyen kimsenin tez zamanda bu ayıptan kurtulması gerekir! Müslüman, yaptığını sadece Allah'ın rızâsını kazanmak için yapar. İnsanların yanında itibar elde etmek, namlı, şanlı olmak ya da insanlar üzerinde etkin/yetkin olmak için değil! İlim, hikmet, basîret, firâset ve takvâ ehlinin ma'lûmu olduğu üzere, günümüzde şöhret ve riyâset hastalığından âfiyette olan insan ne kadar da azdır! Rasûlullah aleyhisselâm'ın buyurduğu gibi: "Mü'minin firâsetinden korkun/sakının; çünkü o, Allah'ın nuruyla bakar." Şöhret ve riyâset sevdası, gözleri kör, kulakları sağır eder. Bu tür insanların idrak ve anlayış kapasiteleri zayıftır; algılama ve anlama güçlüğü çekerler. Bu istikamette, şöhret ve riyâset uğruna gayrimeşru her amel, fâsid te'vîl ve gerekçelerle meşrulaştırılmaya çalışılır! Çoğu zaman bu girdaba tutulan kimse, içine düştüğü bu halin varlığını kabullenmez. İnsanın vazifesi, Allah'a kulluktur; nefsinin arzularını tatmin etmek adına Allah'a isyan yolunda ısrar etmek değildir!

22- MÜSLÜMAN, ŞEYTANIN AVUKATLIĞINI YAPMAZ!

Tartışmalar esnasında bazı kimselerin, konunun kötü taraflarını masaya yatırmak adına olumsuz bir bakış açısı ortaya koymak maksadıyla söyledikleri "şeytanın avukatlığını yapayım" sözü, belki de o oturumda söylenebilecek en bâtıl sözlerden biridir! Müslüman hangi amaçla olursa olsun, şeytanın avukatlığını yapmaz. Çünkü şeytanın savunulabilecek bir tarafı ve bir ameli yoktur. Bu nedenle ne şeytanın adımlarına uyulur ne de kötülüklerinin sözcülüğü yapılır!

Farklı fikirlerin tartışılmasının önemine vurgu yapmak anlamında eskilerin kullandığı bir deyim vardır:

"Müsâdeme-i efkârdan berîka-i hakîkat doğar..."
Yani "fikirlerin çarpışmasından hakikat ışığı doğar" demektir.

Çünkü hak gelince bâtıl yok olup gider.
Gün doğunca karanlık kaybolur. O halde karanlığa/zulmete söveceğine bir ışık yakman yeterlidir!

"De ki: Hak geldi bâtıl yok oldu. Çünkü bâtıl yok olmaya mahkûmdur." (İsrâ: 81)

Meramımızı ifade ederken, meşru söz ve deyimler kullanmalıyız.

Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım.

Rahmân ve Rahîm Allah'ın adıyla.

"De ki: 'Rabbim, şeytanların vesveselerinden, kışkırtmalarından Sana sığınırım.'" (Mü'minûn, 97)

23- HAYAT BİR İBRETTİR:

BASÎRET SAHİPLERİ İBRET ALIR, ALMALIDIR. (Bkz: Haşr, 2)

Özel bir tv kanalında bir panelde ünlü bir İlâhiyatçı profesör konuşurken bir Âyetin meâlini söylüyor. Büyük ihtimalle (sonraki gelişmelerden de anlaşıldığı gibi) Arapça'sını tam hatırlayamadığı ya da Arapça metnini doğru okumaktan emin olmadığı için Arapça'sını okumuyor. Bunun üzerine orada bulunan bir doçent, Âyetin Arapça metnini okumaya çalışıyor ama yanlış okuyor. Bu sefer az önce konuşan profesör onun yanlış yaptığını fark ediyor ve Âyetin metnini düzeltmeye yani doğrusunu okumaya çalışıyor. Okuyor ama o da yanlış okuyor. Bir profesör ve bir doçent maalesef ki çok bilinen, hatta çocukların dahi ezbere bilebileceği bir Âyetin metnini okuyamıyor, daha doğrusu yanlış okuyor. Fakat profesörün son okuyuşunun doğru olduğunu sanıp oradaki diğer iki profesör ve bir öğretim görevlisi ses çıkarmıyorlar. Maalesef ki, "İlâhiyatçı profesör" denen kimseler, ülke ve dünya sorunlarını tartışıp çözüm üretirlerken Kur'ân-ı Kerîm'in Âyetlerinden habersizler! Bir insanın, herhangi bir Âyetin metnini hatırlayamaması normaldir ama üç İlâhiyat profesörü, bir doçent ve bir de öğretim görevlisinin, aynı anda çok bilinen bir Âyeti okuyamamaları ilginçtir! Program sunucusunu bu taaccubumuza dâhil etmiyoruz. Zira o İlâhiyatçı ya da ilim adamı değil, onun işi gazetecilik ve habercilik. İsimler üzerinde durmuyorum. Çünkü isimlere endeksli paylaşımların çoğunun amacı, eleştirdiği ünlü şahsın üzerinden prim yapmaktır. Bundan Allah'a sığınırız. Gerekmedikçe isim zikretmek ya da fitneye neden olma pahasına isimlerin havalarda uçuşmasına fırsat vermek hikmetsiz paylaşımlardır. Önemli olan, yaşananlardan ibret almaktır, -özellikle tecrübesiz gençlerin ve bilgisiz kimselerin yaptıkları gibi- isimlere şartlanmak değildir. İnsanları konuşmak kalp kırar ve ara bozar. Ağzıyla samimi olduğunu söyleyen kimsenin, davranışının da samimiyet iddiasına uygun olması ve yapıcı olması gerekir. Bu yapıcılığa İslâm'da "hikmet" denmektedir.

24- DİNLENDİRİLMİŞ TUZLU SU İLE ELLERİ VE AYAKLARI YIKAMAK; STRESE, YORGUNLUĞA VE PEK ÇOK SIKINTILARA KARŞI OLDUKÇA FAYDALIDIR:

1 litre suya iki çorba kaşığı oranında tuz (tercihen kaya tuzu) atıp karıştırın ve beklemeye bırakın. Bir süre sonra o tuzlu su ile ellerinizi ve ayaklarınızı yıkayın. Bu uygulama hem cilt hem de sağlık için çok faydalıdır. Denize girdikten sonra nasıl ki -deniz tuzunun tesiriyle- bedende dinlenme ve rahatlama oluyorsa, deniz tuzundan istifade etme imkânı olmayanlar da tuzlu suyla ellerini ve ayaklarını yıkadığında aynı rahatlamayı -Allah’ın izniyle- göreceklerdir. Akşam eve geldiğinizde günün yorgunluğundan ve stresinden kurtulmak için güzel bir uygulamadır. Tuzlu su vücutta birikmiş olan negatif elektriği iletkenliği sayesinde alır götürür. Özellikle şehir ortamlarında doğal yaşamdan ve toprağa temastan uzak yaşayanlar için ideal bir uygulamadır. Bu, fiziksel, ruhsal ve duygusal sorunların tedavisinde de seans öncesi uygulanabilir. Tuzun faydaları saymakla bitmez. Sadece su ile karışımından elde edilen dinlendirilmiş hali bile insanın stres, yorgunluk ve bazı sıkıntılarının gitmesinde bir vesiledir. Şifâ Allah’tandır; sebeplere sarılmak ise sıkıntı ve hastalıkların gitmesinde bir tedbir ve bir tevekküldür. Azamet sahibi, büyük arşın Rabbi olan Allah Teâlâ’dan şifâ ve âfiyet vermesini dileriz.

25- KANAATKÂRLIK VE İSTİĞNÂ DUYGUSU HAKKINDA...

YAŞANMIŞLIKTAN, SADRA ŞİFÂ HİKMETLİ DERSLERE...

Önceki gün sıla-i rahmim sırasında yeğenim Oktay'ın üç kardeşimle birlikte bizleri ağırlaması ve bu ağırlama esnasında sergilediği hayâsı (utanma duygusu) ve istiğnâsından kaynaklanan kanaatkâr davranışlarını görünce gerçekten gurur duydum. Müspet anlamda kendimin de öyle istiğnâ, kanaat, elindekiyle yetinme, sabır ve şükür ahlâkıyla bir aile terbiyesi aldığımı hatırladım. Bu vesileyle çocukluğuma kadar gitmiş oldum… Ve annem için hayır dualarında bulundum… Yeğenlerimde de bu değerlerin mevcut olduğunu görmem beni ziyadesiyle mutlu etti. Zira kendi yaşadığımız beldede bile bu değerleri kuşanmış kimselere son yıllarda nadiren rastlar olduk. Biri bir şey almak istediğinde, almasından rahatsızlık duymak şöyle dursun, almayanlara bile (ikrâm ve infâk etmeyenlere -alıştırma bahanesiyle-) zevkine göre siparişler veren, yedirip içirmeyenleri (işkembe-i kübrâlarını şişirmeyenleri) yerle bir edecek denli eleştiren, dünyalık bir teklif gelmesi şöyle dursun, menfaatin kokusunu birkaç yüz metreden alabilen kimselerin varlığına şahit olduğumuz için kıyâmetin ne kadar yakın olduğunu bir kez daha ilme’l-yakîn anlıyoruz ve alâmetlerini de müşâhede ediyoruz. Güzel örneklikle temâyüz etmesi gereken insanlar maalesef ki çıkarlarını gözetmedeki ustalıklarıyla ve dünyalık menfaatlere “ne olursa olsun, kimden gelirse gelsin; yeter ki gel(sin)” diyen zihniyetler çoğalmış, hayâ, kanaat, istiğnâ, oturaklı şahsiyet ve ahlâkî erdemler rafa kaldırılmıştır! Müslüman veya ilim sahibi unvanıyla bu tür kimseler, toplumun fıtratları bozulmamış bu insanlarıyla karşılaşsalar, ne olur acaba? İstiğnâ, iffet, taaffuf, kanaat, sabır, şükür gibi güzel ahlâklardan yoksun bu kimseler bilgisiz insanlara fayda mı sağlarlar yoksa çirkin huylarıyla onları daha çok bozup, ifsâd mı ederler?! İnsanın aklına bu soru gelmeden edemiyor! Yeğenimin bu davranışından, ibret nazarıyla bakma ve tefekkür neticesinde kıymetli hikmetlere ulaşmış olsam da, öğle vaktinde yapacağımız kahvaltının malzemelerini almamıza müsaade etmesini, hiç balık yemeyen biri olmasına rağmen İvriz mesire alanında börek teklifimi geri çevirip balık yemek zorunda kalmamasını tercih ederdim. İnsânî iyi niyet bu olsa gerek! Arzu ve isteklerinden vazgeçip, sevdiklerine uymak! Bu durum, birçoklarına göre zor olduğu için “uyabilmek” de diyebiliriz! Kaç insan, başarı ve erdem olan bu yönde hareket edebilir ki? Şahsen ben, fazla olduğunu düşünmüyorum… Bu yazdığım birkaç satırdan haberi olmayan yeğenime, bu ince ve hassas davranışı sergileyip kanaatin ve istiğnâ duygusunun ölmediğini gösterdiği için teşekkür ediyorum. Rabbimizin Rahmâniyeti, lütfu ve keremi boldur. Hiçbir iyi davranış karşılıksız kalmaz. Ya bu dünyada ya da âhirette… Kendisi hakkında dua ve niyâzım odur ki, Kadîr-i Mutlak olan Rabbimiz, saptırıcı ve aldatıcı her türlü sıkıntılardan ve musibetlerden emin eylesin ve râzı olduğu yoluna (es-Sırâtu’l-Mustakîm) girmeyi ve o yolda sebât etmeyi nasip etsin. Bu duaya “amîn” diyenlere de Rabbimiz, bu mazhariyeti nasip buyursun.

KISSADAN BAZI HİSSELER:

1) Hayâlı olmak, yanlış bir iş yapıldığında “insanlar ne der?” diye utanıp, kınanabilecek davranışlardan sakınmak,

2) Bencil ve çıkarcı olmamak,

3) İnsanları kullanmamak,

4) Fikirlerinde mutaassıp ve baskıcı olmamak,

5) Müstağnî olmak, elindekiyle yetinmesini bilmek, insanlardan bir şey istememek,

6) Haline sabretmesini ve Allah’ın nimetlerine şükretmesini bilmek,

7) İnsanlara ikrâm ve infâk etmesini öğreteceğim diye dilenci konumuna düşmemek,

8) “İnsanlara güzel bir davranışı öğretmenin en sağlam ve en etkili yolu, o davranışı ortaya koymak” gerçeğinden hareketle, başkasına “ikrâm et” demek yerine, bizzat ikrâm ederek fiilî teblîğ yapmak,

9) İnsanlar bir şey vermeyince çirkefleşip, onları eleştirip, suçlamamak,

10) Konuşulacak daha önemli konular varken, meseleyi sürekli kişisel zevklere, tutkulara, isteklere ve çıkarlara getirip, insanları kendi çıkar ve beklentileri uğrunda yönlendirmemek, bezdirmemek.

26- HZ. ZEYNEB (radıyallâhu anhâ): “SİZLERİ (PEYGAMBER İLE) AKRABALARINIZ EVLENDİRDİ, BENİ YEDİ KAT GÖKLERİN ÜSTÜNDEN ALLAH TEÂLÂ EVLENDİRDİ.”

Az önce bir video izledim. İlimden pek anlamayan biri aşağıdaki Hadîs’e hem metnin aksine yanlış anlam veriyordu, hem de Allah’ın semâda bulunduğunu ispatlamaya çalışıyor, demagoji (muğalata) yapıyordu. Bu nedenle bu Hadîs’e dair birkaç cümle söylemek zarûrî oldu. Câriye Hadîsini nasıl anlamamız gerektiğine dair daha önce yazı yazmamıza rağmen, şimdi de bu Hadîs’ten hareketle bu mevzuda birkaç satır karalayalım, inşâAllah.

Enes şöyle dedi: Zeyneb binti Çahş, Hz. Peygamberin diğer hanımlarına karşı öğünür: “Sizleri (Peygamber ile) aileleriniz evlendirdi. Hâlbuki beni yedi kat göklerin üstünden Allah Teâlâ evlendirdi” derdi. (Buhârî, Tevhîd, 22, Hadîs No: 7420)

Hadîs-i Şerîf’te geçen “yedi kat göklerin üstünden…” sözünden murâd, arştır. (Aynî)

Zaten İmam Buhârî de bu Hadîs’i, Sahîh’inde “arş” konusunu söz konusu ettiği bölümünde zikretmiştir. Bundan da Hadîs’in bâb başlığına uygun olarak arşı söz konusu ettiği ve bu minvalde bir açılım olduğu açıktır.

Bazı kimseler, bu Hadîs’i söyleyerek Allah’ın gök(ler)de olduğunu hatta biraz daha ileri giderek gökte ikâmet ettiğini söylüyorlar. Bu doğru değildir! Hadîs’in metnine dikkat edilecek olursa, “yedi kat göklerin ÜSTÜNDEN” buyurulmaktadır. Bu incelik, Allah’ın semâda olduğunu, semânın Allah’ı kuşattığını vs. sözler sarf eden kimselere karşı yeterli bir delildir.

Mülk Sûresinin 16 ve 17. Âyetlerinden de Allah’ın gökte oturduğu anlamı çıkarılamaz. O Âyetlerde “gökte olanın…” buyrulması, insan fıtratıyla alâkalıdır. İnsan tefekkür ederken, dua ederken göğe baktığı için böyle bir ifade tarzı kullanılmıştır. Yoksa Allah’ın bir mekânda olmayacağı, hiçbir mekânın ya da varlığın da Allah’ın içinde olamayacağı, hiçbir şeyin O’nu ihâta edemeyeceği, hiçbir şeyin O’na benzemediği ve O’nun, -mahlûkâtta olduğu gibi- hiçbir şeye muhtaç olmadığı, olmayacağı hakikatleri İslâm’da gün gibi açıkken, müteşâbih beyanlardan yeni ilkeler çıkarmaya çalışmak, muhkemlerle çatışmak demektir. Yapılması gereken, müteşâbih Nassları muhkemlere ircâ etmektir. Açıkça belli olan hakikatler varken, kapalı/muğlak ve mübhem ibarelere, muhkemâta zıt anlamlar vermek bâtıldır. Câriye Hadîsini de bu istikamette anlamak gerekir. Allah’ın semâda olduğuna dair beyanlar onun yüceliğine, noksansızlığına ve samediyyetine delâlet eden müteşâbih ifadelerdir. O ifadeler, Allah’ı Sübhân, Samed, büyük, üstün ve yüce bilmeyi gerektirirken, bu gerekliliğe aykırı anlamlarda sözler sarf etmek i’tikâden bid’at olur. Mülk Sûresinin 16-17. Âyetlerinde “gökte olanın…” tabirinden maksadın, melekler olduğu da söylenmiştir. Bu tefsîr şekline göre, bu mevzunun tartışılmasına da gerek kalmaz. Kaldı ki Tâ-Hâ Sûresinin 5. Âyeti açık şekilde Allah Sübhânehu ve Teâlâ’nın yedi kat semânın üstünde arşının üzerinde ve mahlûkâtından ayrı olduğuna delâlet (doğrusu; dilâlet) etmektedir. Allah’ın arşının üzerine istivâ ettiğine iman etmek farzdır. Bunu inkâr etmek küfürdür. Ehl-i Sünnetin akîdesi şudur; istivâ ma’lûmdur (yani ne anlama geldiği sözlüklerden bilinmektedir. Başka bir rivâyette meçhûl değildir), keyfiyeti (nasıllığı) bizce meçhuldür (başka bir rivâyette gayr-i ma'kûldür yani akledilemez), Allah’ın arşın üzerine istivâ ettiğine iman etmek vâcibdir (farzdır), ondan (onun hakkında) sual etmek ise bid’attir...

İmam Mâlik, istivâ’nın ma’lûm olmasının (bilinmesinin), sözlükteki anlamı açısından olduğunu belirtmektedir: İmam Kurtubî rahımehullâh, “Sonra arş üzerine istivâ etti” A’râf Sûresinin 54. Âyetinin tefsîrinde bu rivâyeti nakletmiştir: “İmam Mâlik rahımehullâh: İstivâ’nın ne demek olduğu sözlükte bilinmektedir, nasıl olduğu meçhuldür, bundan soru sormak bid’attir.” (El-Câmi’ li-Ahkâmi’l Kur’ân, İmam Kurtubî, A’râf: 54. Âyetin tefsîri )

İbn-i Teymiyye rahımehullâh, Allah’ın arşa istivâsı konusunda, Ehl-i Sünnet’in görüşünü zikrederken şöyle demektedir: “Arşa istivâ, keyfiyetsiz şekilde Allah’ın bir sıfatıdır. Kişinin buna iman etmesi ve bunun hakkındaki ilmi Allah’a havale etmesi gerekir.” (Mecmûu’l Fetâvâ, C: 16, S: 400)

27- MEŞRU, VASAT VE İSTİKRARLI YAŞAM ÇİZGİSİNE SAHİP OLMALIYIZ…

HAYATLARINDA AKÎDE, AMEL, AHLÂK VE DURUŞ YÖNÜYLE MEŞRU BİR İSTİKAMET TUTTURAMAYANLAR, BAŞKALARINI ELEŞTİRMEYİ BIRAKIP NEFİSLERİNİ ISLÂH ETMELERİ GEREKİR!

İNSANA YATIRIM, EN KÂRLI YATIRIMDIR. İNSAN KARAKTERİNİN İKMÂLİ, İNSANIN İNŞÂ SÜRECİNİN EN VAZGEÇİLMEZ UĞRAŞIDIR. İNSANIN KALBİ, VAHİYLE İHYÂ OLUR, ŞAHSİYET VE KARAKTERİ NEBEVÎ AHLÂKLA İKMÂL OLUR, SONUÇTA MELEKLERİN DAHİ GIPTA ETTİĞİ -ASR-I SAADET GİBİ- İNSANLIK VAR OLUR.

Yanlıştan dönmenin büyük bir erdem olduğu kâidesini göz ardı etmeden söyleyebilirim ki, âcizâne bana göre, bir kimsenin kalitesini, hayatında meşru bir istikametin ve istikrarın olması; kalitesizliğini de, hayatı boyunca istikrarsızlıklar, gelgitler ve zikzaklarla yaşamış olması ortaya koyar. Hatadan ve yanlıştan dönen kimseye düşen de, o andan itibaren istikrarlı olmaktır. Zira hak, sebat ister…

Dünya dönüyor diyorlar; vallahi insanlar kadar dönmüyor. Dünya kendi yörüngesinde Allah'ın kendisine yüklediği sorumluluğa uygun olarak dosdoğru bir istikamette dönerken, nice insanlar hayatlarında onlarca kez yörünge değiştiriyorlar! Dün şakşakladıklarını bugün yerin dibine sokuyorlar, bugün yücelttiklerini de yarın alçaltıyorlar! Menfaat, itibar ve istikbal hesapları nice insanların ortak paydası olmuş, çıkarcılık gözleri kör etmiş! Hayat, aklıselim insana şunu gösteriyor ki, istikrarlı bir yaşam çizgisini sürdürebilen insanlar hakikaten çok azdır. Bundan hareketle, kaliteli insan, kaliteli dost ve kaliteli Müslümanda en belirleyici vasıf, Allah'ın emrettiği istikamette mustakîm olabilme hasletidir. Fakat, hayatları istikrarsızlıklardan hâlî olmayan kimselerin çoğunun bu hasleti görebilmelerini beklemek abes ve beyhûde bir beklenti olur! İslâm'ın şu'culukla, bu'culukla uzaktan yakından ilgisi yoktur. İnsanın haline şaşırmamak mümkün değildir; ya nefsini yüceltir, bencil, egoist ve kibirli olur ya da başkalarını yüceltir o'cu, bu'cu, şu’cu, onlar'cı, bunlar'cı, şunlar'cı olur! Oysa Müslüman olmak sadece Allah ve Rasûlüne uymayı gerekli kılar. Müslüman, Muhammed'ci bile değildir, Rabbânî'dir. Bu din, Allah'ın dinidir ve ibâdet ancak Allah'a yapılır. Muhammed (a.s), Allah'ın kulu ve Rasûlüdür. O da, Allah'ın izni ile teblîğ edip, Sünneti ile güzel örneklik teşkil ettiği İslâm'a uymakla mükelleftir. Bu dinin sahibi Allah'tır, Muhammed (a.s) değildir. Bu durumda nasıl olur da Ümmet-i Muhammed'den birinin ya da birilerinin yüceltilip onların sünnetlerinin (yaşam tarzlarının), Peygamberin Sünnetinin önüne geçirebilmesi ma'kûl karşılanılabilir ve savunulabilir?! Kadîr-i mutlak’a karşı âcizlerin eteklerine yapışmak âcizlikten başka bir şey değildir!

ETİKET KELİMELER: Tevhîdî duruş, Nebevî ahlâk, nefis terbiyesi, nefis tezkiyesi, nefsin ıslâhı, oturaklı/sağlam şahsiyet, istikrarlı kişilik, vasat olmak, İslâmî ve insânî erdemler.

28- İLİMSİZ, HİKMETSİZ, BOŞ VE AMAÇSIZ KONUŞMAK!

İlim ikidir: Hakkı bilmek, haddi bilmek...

Günümüzde iki kitap okuyan bazı kimseler, üçüncüyü kendileri yazıyorlar. Bir facebook sayfası açıyorlar, ellerinin altında klavye olunca kendilerini fetvâ ehli sanıyorlar, klavye ulemâlığı yapıyorlar! Bir de bakıyorsunuz ki, Ehl-i Sünnet'in görüşlerine zıt fetvâlar havalarda uçuşmaya başlamış! Bilinmelidir ki, ilmî meselelerde fetvâ ancak ictihâd ehli âlimlerce verilebilir. Müctehid olmadıkça, kimsenin söylediği söz, fetvâ sayılmaz, itibar edilmez. İlim talebeleri bile nakil yaparlar, fetvâ veremezler. İlim talebesi olmayan Müslümanların akıl, mantık, yorum, şahsî kanaat ve yaklaşımlarla söyledikleri sözler delil hükmünde değildir, Şer'an hiçbir değeri yoktur. Doğruya isabet edilse bile, o sözler zan ürünüdür. Zan ise ilim adına hiçbir şey ifade etmez. İnsan, câhil kalınca İslâm’ın muhkem, temel, esaslı ve açık meselelerini dahi bilmez. İslâm’ın, reddi mümkün olmayan hükümlerini çarpıtır. İlkokul seviyesindeki tahsil gören çocukların dahi su gibi bildikleri mevzulardan habersiz kimselerin, görüş belirtilmesi için müctehid isteyen mevzularda fetvâlar vermeye hevesli olmaları ise tam bir trajedidir, bir faciadır. Geçmişte, “su küçüğün, söz büyüğün” denilirdi. Küçükler zayıf ve korumaya muhtaç oldukları için, su konusunda onlara öncelik verilerek, büyüklerin küçüklere merhamet, sevgi ve şefkat göstermeleri gerektiği vurgulanır ve böylece uygulanırdı. Sözün ise, büyüklere, âlimlere, mevzuların ehli olanlara, tecrübe ve firâset sahiplerine tevdi edilmesi gerektiği ifade edilirdi. İlim ve hikmetin yön verdiği toplumların davranış biçimi budur ve bu olmalıdır. Genç ya da yaşlı kim olursa olsun, bir kimse Müslüman ise, Akîde’de, Usûl’de, Tefsîr’de, Hadîs’te, Ahlâk’ta vb. alanlarda o sahaların otoritesine, ehline itibar etmelidir. Müctehidcilik yapanların sözlerinin din adına kıymetsiz olduğunu unutmamalıdır. İlim tahsil eden talebeler nakil yaparlarken bile, Usûl ve Âdâb istikametinde bir davranış sergilerler. Falan âlim şöyle diyorsa ya da filan mezhebde şöyle bir görüş varsa, o söz, ilgili âlimlere atfedilir, kaynaklı olarak nakledilir. O görüşün isabetliliği ya da yanlışlığı farklı bir mevzudur. Burada önemli olan, o görüşü ve o görüşe uyanları dışlamamaktır. “Ama falan âlimler o görüşü tenkît etmişler veya reddetmişler” denilerek, müctehid olmadıkça, âlimlerin görüşlerinde ayıklama yapmaya cür’et edilmez. Zira bir kimse ictihâda sâlih/elverişli/uygun olmadıkça ne fetvâları eleştirebilir, ne çürütebilir, ne tercîh yapabilir ve ne de tekzîb edebilir! Bunların hepsi, müctehidlerin yapabileceği sorumluluklardır. Bazı kimseler, beğenmedikleri ya da yanlış buldukları bir görüş için, “falan âlimler o görüşü eleştirmişler, zayıf bulmuşlar ya da reddetmişler” diyerek kendilerini o falan âlimlerin yerine koyuyorlar. Falan âlimlerin, bir görüşü reddetmesi, o görüşün mutlak ve kesin anlamda diğer insanlarca sıfırlanması anlamına gelseydi, görüşler görüşlerle çarpıştırılır ve geriye münekked olmayan görüşlerden başkası kalmazdı. Yani ictihâdların pek çoğu avamın ma’rifetiyle devre dışı bırakılırdı. Oysa âlimler bir konuda fetvâ verirlerken, “doğruysa Allah’tandır, yanlışsa benim nefsimdendir” diyerek ma’kûl ve müttakîce bir duruş sergilemişlerdir. Benim görüşüm kesin doğrudur tarzında bir cür’et göstermemişlerdir. Kendileri gibi düşünmeyen âlimlere hürmet etmişler, kanaat farklılıkları, onları birbirlerine düşürmemiştir. Bu son izah etmeye çalıştığımız tabloda hikmetli tavır şu olmalıdır. “Falan âlim böyle demiştir, falan âlimler de bu görüşü anlayabildiğimiz kadarıyla şu şu yönlerden tenkît ederek, kabul etmemişlerdir. Söylenen söz bu, reddedenler bunlar… Allah her iki tarafa da rahmet etsin. Âcizâne ben de avam olduğum için bu konuda mezhebimin görüşüne uyuyorum. Ya da ben ilim talebesi olarak bu konuda tahkîkâtlı araştırmalar yaptım, ilim sahipleriyle istişârelerimin neticesinde falan müctehidlerin verdikleri fetvâlara uygun hareket ediyorum. Allah beni de onları da affetsin…” Bu davranış vasat olmaktır, haddini bilmektir, işi ehline havale etmektir, zikir ehline danışırken dengesiz hareketler içine girmemektir. Aksi takdirde, İslâm Fıkhında mukarrar hale gelmiş köklü görüşler, bâblar, fasıllar, mezheb boyutuyla asırlarca müctehidlerce kabul görmüş, yok sayılmamış ve yaşanarak uygulamalı olarak günümüze kadar gelmiş fetvâları, kendini müctehidler üstü gören, âdeta "müctehidü’l-evvelîne ve’l-âhırîn" gibi hareket eden câhil zevat, kendi aklınca, fikrince, zannınca, kanaatince bir elemeden geçirir, kimi görüşleri alır, kimilerini de atar. Hikmet ehli boşuna demiyor. İlim ikidir diye… Biri "hakkı bilmek"tir, diğeri ise bilinmeyen/bilmediğimiz hususlarda "haddi bilmek"tir yani “lâ edrî” (bilmiyorum) demektir… İnsan, bilmezse, uydurur, haddini bilmezse, hakkı yalanlar, meseleleri birbirine karıştırır. Bilmeyen ve ehil olmayan, bunun yanında da her konuda bir şeyler söylemek isteyen kimse, yol göstereyim derken, insanları yoldan eder, zamanını ve imkânlarını kaybettirir. İnsan, adres soracakken bile, soracağı yeri ve yönü bilmediğini anladığı bir kimsenin dediklerine itibar etmez, kulak vermez. İslâmî meseleler bu örnekten -hâşâ- daha mı önemsizdir! Rasûlullah’ın her sözü güzeldir de, o güzel sözlerinden birisi de “işittiği her şeyi anlatması/konuşması kişiye günah olarak yeter” sözüdür. Allah insana iki kulak vermiş, iyi dinle, iyi anla diye. Tek ağız vermiş, her duyduğunu konuşma, konuşmaya değmeyenleri ele diye. İki dudak vermiş, dudakların arkasına da yukarıdan ve aşağıdan tüm ağzı çepeçevre kuşatan set gibi, sur gibi dişler var etmiş; boş sözler (lâf-ı güzâf) işittiğinde ve konuşmak gerekmiyorsa, sözlerine set çek, dudaklarını yum diye!.. Kulaktan dolma her şeyi konuşan kimsenin, başka günah aramasına ne hâcet var! Günahkârlık için diline sahip olmamak kişi için yeterli bir musibettir! Rabbimiz bizleri rızâsından ayırmasın.

29- "...ALLAH ANCAK BİR TEK İLÂHTIR..."

“Ey kitap ehli! Dininizde aşırı gitmeyin, Allah’a karşı hak olandan başkasını söylemeyin. Meryem oğlu Îsâ Mesîh, yalnız Allah’ın Peygamberi, Meryem’e ulaştırdığı kelimesi ve kendinden bir ruhtur. Artık Allah’a ve Peygamberlerine iman edin de ‘(Allah) üçtür’ demeyin. Kendi faydanız için (bundan) vazgeçin. Allah ancak bir tek ilâhtır. Çocuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Vekil olarak Allah yeter.” (Nisâ: 171)

KISA AÇIKLAMALAR:

“Ey kitap ehli!”

Bu Âyette kitap ehli ile kastedilenler, Hristiyanlardır.

“O’nun Kelimesi…”

Hz. Îsâ, babasız olarak dünyaya geldiği için kendisine “Allah’ın Kelimesi” denilir. Allah’ın Kelimesinden kasıt, Hz. Îsâ’nın babasız olarak, Rabbimizin “Ol!” emri/kelimesi ile dünyaya gelmiş olmasıdır.

“Kendisinden bir ruhtur…”

Hz. Îsâ ayrıca “Allah’tan bir ruh” olarak anılmaktadır. Bunun anlamı; Bakara Sûresinin 253. Âyetinde: “Meryem oğlu Îsâ’ya da açık deliller verdik ve onu Rûhu’l-Kudüs (Cebrâîl) ile destekledik” buyruğunda zikredildiği gibi “Kutsal Ruh” ile desteklenmiş olmasıdır. Burada Rabbimizin, Hz. Îsâ’yı kutsal ruh ile techîz ettiği yani yüksek ahlâkî erdemlerle, hak ile bâtılı tefrîk etme kabiliyetiyle, hak sezgisi firâsetle ve tüm kötülüklerden uzak duran yüksek şahsiyetle onu donatıp takviye ettiği anlamı bulunmaktadır. Fakat Hristiyanlar “Allah’tan bir ruh” ifadesini “Allah’ın ruhu” diye değiştirdiler. Kutsal ruhun anlamını, Hz. Îsâ’ya hulûl eden Allah’ın ruhu diye saptırdılar. Aşırılık, aşırılıklar doğurdu; neticede teslîs denen “üçlü doktrin” ortaya çıktı. Böylece onlar, üçün birliğine inandılar; yani baba, oğul ve kutsal ruhun bir tek Tanrıda birleşmesi inancını uydurdular.

“Artık Allah’a ve Peygamberlerine iman edin…” 

Yani Hz. Îsâ’nın, Allah’ın ruhu olduğunu ve ilâhlıkta bir payı bulunduğunu söyleyerek haddi aşmayın; sadece Allah’a iman edin. Hz. Îsâ’nın diğer peygamberler gibi Allah’ın kulu ve peygamberi olduğuna iman edin ve bütün peygamberlere inanın demektir.

“(Allah) üçtür, demeyin.”

Bu kimseler, Tevhîd (birleme) akîdesini reddederek teslîs (üçleme) inancını benimsemişler. Naklî ve aklî hiçbir izahı olmayan “Allah’ın üçlenmesi” veya “üçün birliği” anlamında inanç çıkmazına düşmüşler, şirk i’tikâdlarını din edinmişlerdir.

“Allah ancak bir tek ilâhtır.”

Tevhîd’den başka tüm inançlar bâtıldır. Allah’a şirk koşulmadan sadece O’na ibâdet etmek esastır. Onun yanında ortaklar edinerek, Allah’la beraber onlara da kulluk etmenin adı şirktir.

“Çocuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur.”

Her şeyin yaratıcısı ve sahibi olan Yüce Allah’a çocuk isnâd etmek Hristiyanların bir başka aşırılıklarıdır.

“Vekil olarak Allah yeter.”

Allah, yarattığı mülkünü idare etmeye yeter. Bunun için ne bir oğula, ne de başka başka ortaklara muhtaçtır! 

"O, doğurmamıştır, doğurulmamıştır." (İhlâs: 3) 

O, kimsenin babası değildir, kimsenin çocuğu da değildir!

O, mülkünde ve hükmünde ortağı olmayan Âlemlerin Rabbidir.

30- HAYATIN HER KADEMESİNDE AHLÂKÎ DURUŞ SERGİLEMEK ESAS OLMALIDIR!

İnternetin ve facebook'un güzel tarafı bilgi, haber ve iletişim gibi imkânlarının zenginliği olsa da; olumsuz tarafı, ağzı olanın konuştuğu, klavye ulemalığı ve klavye uzmanlığı yaptığı, sözlerin ne tür sonuçlar doğuracağına aldırış etmeksizin, hikmetsiz nutukların atıldığı, câhilce, cür'etkârca ve bilirkişi edasıyla yorumların yapıldığı bir münakaşa ve mücâdele ortamı görüntüsünde olmasıdır!!!

İlimle, hikmetle, iz'ânla, yapıcılıkla, İslâm ahlâkı ve Müslüman şahsiyetiyle uzaktan ve yakından ilgisi olmayan bâtıl yorumlardan, sûret-i hak görünümündeki bâtıl yaklaşımlardan, gereksiz ve faydasız konuşmaları yaşam tarzı hâline getiren ve boş konuşmadan duramayan "okur, yazar ve yaşar" merhalesinden level atlayıp her vesileyle konuşup tartışmaya, işitip anlatmaya ve başkalarıyla münakaşa etmeye şartlanmış kimselerin provokatif ve sağduyudan uzak paylaşımlarından Allah'a sığınırız.

İslâmî ve insânî ahlâkın olmadığı yerde ne kadar hayırlar bulunsa da, ahlâk zaafının varlığı, sahiplerine günah ve noksanlık olarak yeterlidir! Nebevî ahlâk, günümüzde kaybedilen bir değerdir. Bu değer olmadan hiçbir söz değerlenmez. Bu nedenle her insanın en büyük gayesi ve nihâî hedefi; tahkîkî iman sahibi olmak, Tevhîdî duruş ve Nebevî ahlâkı elde etmek olmalıdır. Elinden, dilinden emin olunan, tertemiz ve güzel ahlâkı ile güven veren, sadece Allah ve Rasûlünün rızâsını önceleyen mü’minlere ne mutlu! Vahyin istediği istikamette bir Müslüman olabilmek, günümüzde elde edilebilecek en büyük başarıdır. Müslüman olduğunu söyleyen herkesin eylem ve söylemlerini İslâm’a mâletmeye kalkışmak büyük bir gaflettir. Niceleri, Müslüman olduğunu söylüyorlar ama kendileri nefislerinin peşinde iken, Kur’ân onların hayatlarının dışında başka bir vadidedir! Kimisi, “Tevhîd” derken, Kur’ân ahlâkından ve Nebevî merhametten çok uzaktır! Kimisi, Tevhîd’den, tekfîrcilikten başka bir şey anlamıyor! Kimisi de, şirk ve küfür ehlini bile "Müslüman" ilan ediyor! Kimisi, riyâset, liderlik, itibar, para pul peşinde! Pek çoğu, Kur’ân ve Sünneti bilmeyen, Kur’ân’ı metninden dahi okuyamayan ama her gün onlarca fetvâ veren kimseler durumunda! Bu şekilde binlerce, yüz binlerce insan profili bulunmaktadır! Birbirinden pek çok yönlerden farklılıkları veya zıtlıkları olan bu kimselerin bütün sözlerini İslâm’a nispet ederek İslâm'ı yargılamak ve yorumlamak, dünyanın en büyük iftirâsı olur. Bir kimsenin kişisel ameline ve yorumuna bakılarak “İşte, İslâm buymuş!” denilemez. Zira İslâm’ın temsilinde ölçü ve örnek, Rasûlullah aleyhisselâm’dır. Onun yapıp ettiklerine imtisâl etmek ve yapmayıp terk ettiklerinden ictinâb etmek İslâm’dır, ölçüdür ve bizlere örnekliktir. Diğer insanlar, onun teblîğ ettiği dine uydukları ölçüde doğru/hak üzeredirler, uymadıkları noktalarda ise yanlıştadırlar ve bâtıl üzeredirler!

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed aleyhisselâm’ın Sünnetini doğru olarak öğrenip, onu güzelce örnek alan mü’minlerden olmamız duası ile.

31- KADİR GECESİNİN KADRİNİN KUR'ÂN'DAN KAYNAKLANDIĞINI ANLAYAMAYANLAR, -HEDEFE DEĞİL DE PARMAĞA BAKMAK GİBİ- KUR'ÂN'IN DEĞİL, KADİR GECESİNİN PEŞİNE DÜŞERLER!

KUR'ÂN'LA BAĞLARINI KOPARMIŞ HAYATLARA KADİR GECESİ NASIL BİR KADR KAZANDIRABİLİR?!

Kadir gecesini diğer gecelerden üstün kılan şey neydi?

Kadir gecesinin hangi özelliği vardı ki, bu gecenin o özelliğini taşımayan otuz bin geceden (bin aydan) daha hayırlı oldu?

Kadir gecesine kadr-ü kıymet kazandıran şey, o gecede Kur'ân'ın, Levh-i Mahfûz'dan dünya semâsına indirilmesidir.

Kadir gecesini Kadir gecesi yapan Kur'ân-ı Kerîmdir, Kur'ân'ın kendisinde indirilmiş olmasıdır.

Bizim de kadrimizi ve kıymetimizi artıracak şey, Kur'ân'ın kalplerimize, kafalarımıza, gönüllerimize ve hayatlarımıza inmesidir.

Nasıl ki, Kadir gecesi Kur'ân'la şereflendi ise, Kur'ân o geceyi şereflendirdi ise; bizim hayatlarımız da Kur'ân'la şereflenmelidir, Kur'ân bizim hayatlarımızı da şereflendirmelidir.

Kur'ân'sız insanların sadece Kadir gecesi arayışında olmaları, o geceyi bulduklarını düşündükleri anda bazı ameller yaparak kurtuluş hayalleri kurmaları, asıl hedef olmamalıdır. Asıl hedefte, Kur'ân'ı anlamak, Kur'ân'ı yaşamak, Kur'ân'la yaşamak, Kur'ân'a göre yaşamak olmalıdır. O zaman gecelerimiz ve gündüzlerimiz kıymetlenecek ve Ramazanların son on günlük zaman dilimleri içindeki o mübarek gecenin de hayırlarından ve faziletlerinden nasipli olacağız, inşâAllah. Kur'ân'sız kalplerin gece (kandil) arayışında olmaları ne kadar vahim bir durumdur! Kur'ân bir vadide, kendileri başka bir vadide olan insanlar, Kur'ân'ın peşine düşmeleri gerekirken, bazı gün ve geceleri ihyâ etmekle kurtuluş beklentisi içine girmektedirler! Kısa yoldan hedefe varmak istercesine, kısa günün kârıyla tüm ömrü kurtarmak istercesine, Kur'ân'sız kuru, ruhsuz ve köksüz amellerle sâlihlerden olmak beklentileriyle senede bir ya da birkaç geceye ziyâdeli ve haddinden fazla ihtimam göstermektedirler! Meşru olup olmamaları bir yana tüm kandil gecelerinin beş tane olduğunu farz edersek, beş gece ile senenin 360 gününü affettirme çabaları!... Beş gece kalk, 360 gece yan gel yat!.. Bu mudur, Allah'ın sizden istediği?!

Kur'ân'sız hayatların Kur'ân'la hayat bulması, Kur'ân'lı hayatların Allah'ın büyük lütfu olan Kadir gecelerinde mağfiret olunarak Hakk Teâlâ'nın huzuruna varması duasıyla.

32- DÜŞÜNEN İNSANLAR İÇİN:

Bir sistem bozuksa, o sistemde yer alan adamlar da bozuk oluyor ya da zamanla bozuluyor. Adam, belediye otobüsü sürüyor, bir saniye ile kapıyı kapatıyor. Sen de, kapıda duruyorsun, açsın diye. Açması için işâret ediyorsun. Ama nâfile! Adam, seni göre göre kapıyı açmıyor ve gaza basıyor! Bu durum nasıl anlatılır ki başka, adam açmıyor abi, bu kadar net! Bu cür’eti kimden alıyorlar acaba? Onlara bu gazı kim veriyor da, bu adamların bir çoğu saniyelerle hatta saliselerle bile gaza basmayı maharet sanıyorlar?! İşin ilginç yanı, -normal şartlarda- bozuk sistemler bile bu davranışı onaylamaz. Acaba o otobüsü kendi hesabına çalıştırsalar, böyle mi yaparlar? Ne yaparsa yapsın, maaşını alacak olmanın rahatlığı mıdır bu aksaklıklara yol açan psikoloji? O otobüs o şahsın, geçimini temin ettiği ekmek teknesi olsaydı, böyle yapabilir miydi? Bırakın, kapısındaki yolcuyu görmemezlikten gelip devam etmeyi, yollarda yolcu var mı diye gözleri detektör gibi tarama yapar, arkadaki meslektaşları kendisinden önce yolcuları kapmasınlar diye, diğer otobüslerin önüne direksiyon kırardı, makas atardı. Ama iş, vatandaşın işi olunca, mevzu hak-hukûk meselesi olunca öyle olmuyor! Sistemin bozukluğuna mı veryansın edeceksiniz yoksa kraldan fazla kralcı kesilen işgüzarların yapıp ettiklerine mi, bilemedik! Ehil olmayanlar, direksiyona geçince demek ki böyle oluyor. Bu kimseler, kendilerince haklı olduklarını düşünebilirler, hatta kendileri gibi olanları kastederek “herkes böyle yapıyor, sistem böyle, elimizden bir şey gelmez, tartışma abi, ilerle…” diyebilirler! İşin dahası, emir kulu olduklarını da söyleyebilirler, ama herkes şunu bilmelidir ki, hepimiz, önce ve sonra, işin başında ve sonunda, her hâlükârda yalnızca Allah’ın kuluyuz. Allah’ın irâde ve rızâsını hayattan dışlayıp, fânilerin keyiflerini yücelten kafa yapılarının ürünü olan “emir kuluyum” safsatasının ardına sığınanlar, kıyâmette Allah’a ne cevap verecekler?

“Din gününün ne olduğunu sana ne bildirdi? Yine o din gününün ne olduğunu sana ne bildirdi? O günde kimse kimseye bir şey yapamaz ve o günde emir yalnız Allah’ındır.” (İnfitâr: 17-19)

Yahu, nereden nereye geldik mi diyoruz?

Zaten yol bilmeyen kimse, bilmeden gittiği yollar karşısında da şaşırıp bu cümleyi söyler. Oysa önemsenmeyen küçük bir detay, önemsenmeden girilen bir yol insanı uçuruma ve felâkete götürebilir. O yolun nereye çıktığını bilerek konuşan kimselerin, ilim, hikmet, firâset ve tecrübe ile yaptıkları konuşmalar, bazı kimselere “hoppala!” dedirtebilir. Ama çoğu zaman, bulunduğu konumdan hoplaması/uzaklaşması gereken o şaşkınlardan başkası da değildir!

Tefekkür etmemize, düşünüp ibret almamıza ve hikmetli dersler çıkarmamıza sebep olan o şoför arkadaşa teşekkür ediyorum; Rabbim onu ıslâh etsin, hidâyet versin. Kapıyı açmayıp, öğle sıcağında benim birkaç saat yürümeme ve çok yürümeye bağlı olarak ayağımdaki terliklerin terlik vurmasına sebep olmuş olsa da...

Not: Tamamen samimiyetle söylenmiş sözlerdir. Yanlış anlaşılabilecek bir ifade varsa, sürç-ü lisanımızdır. Affola!..

33- DİNDEN, FERSAH FERSAH UZAK OLAN BENİM AKRABALARIM DA SENİN AKRABALARIN DA MA'ZÛR DEĞİLDİRLER!

Dinle ZERRE kadar alâkası olmayan, DİNDARLARI zerre kadar sevmeyen, Hak Dini öğrenmek için kılını dahi kımıldatmayan, Kur'ân'ı ve Sünneti öğrenmek adına hiçbir çabanın içine girmeyen, kendisine TEVHÎD anlatılınca bütün gücüyle karşı çıkan, hidâyet vesilesi SEBEPLERDEN kaçan, gururunun ve kibrinin esareti altında NEFSİNİN ve AKLININ götürdüğü yere giden, sevdiklerini ve sevmediklerini keyfine göre belirleyen, DÜNYEVÎ ARZULARINI tatmin etmekten başkaca bir amacı olmayan, ÂHİRET hesabı ve CENNETİ kazanma derdi bulunmayan, "Masa-Kasa-Nisâ" için yaşayan, fıtratındaki İMANA sırt dönerek, SARHOŞ OLMUŞÇASINA dünyanın, dünyalıkların ve dünya müstekbirlerinin peşinden koşan, Allah'ı yüceltmek yerine, iktidar, makam, para ve şöhret sahiplerini ululayan, nefsinin çıkarlarına ve menfaatlerine gelince kendini herkesten daha akıllı sayan/sanan ama İSLÂM'I öğrenip, Allah'ın istediği/emrettiği istikamette bir hayat yaşamaya gelince kendisini anlayışsızlığa, bilgisizliğe, âcizliğe ve imkânsızlığa vuran kimseler için mi CEHÂLET mazerettir?!

Bu kimseler ister benim YAKINLARIM olsun, ister senin yakınların olsun; hiç şüphesiz ki, ALLAH'IN DİNİNİN HAKİKATİNİ öğrenmemeleri nedeniyle ŞİRK, KÜFÜR ve NİFÂK içinde bir yaşam süren bu kimselerin TEMBELLİKTEN YA DA KİBİR VE YÜZ ÇEVİRMEKTEN kaynaklanan CEHÂLETLERİ mazeret değildir!

Hakka karşı KİBİRLENMEK küfürdür!

Haktan YÜZ ÇEVİRMEK küfürdür!

İmkânlar ve sebepler mevcut olduğu halde HAKKI ÖĞRENMEMEK, TEMBELLİK EDİP YAN GELİP YATMAK da küfürdür!

Hakka karşı kibirlenenin, Haktan yüz çevirenin, tembellik gösterip, yan gelip yatıp da İslâm'ı öğrenmeyenin CEHÂLETİ mazeret değil, SUÇTUR!

Hem bile bile câhil kalma, bilgisizliği tercih etme, dolayısıyla da Allah ve Rasûlünün emrettikleriyle amel etmeme suçu (=küfrü), hem de kendi taksîriyle bilmediğinden, öğrenmediğinden, bilmek istemediğinden kaynaklı HAKTAN ve HAKİKATLERDEN yüz çevirme (İ'RÂD) küfrü...

34- HZ. ÂİŞE VÂLİDEMİZE İFTİRÂ EDEN HAYÂSIZLAR!

Peygamberimizin zevcesi, namusu ve mü'minlerin annesi olan Hz. Âişe radıyallâhu anhâ'ya ahlâksızca iftirâ edenlere tepki göstermenin yahut da kayıtsız kalıp "bana ne!" demenin "vahiy, iman, adâlet, namus, ahlâk, vicdan, insâf, iz'ân ve insanlık" kavramlarıya müspet ya da menfî istikamette doğrudan bir bağı bulunmaktadır!

"Peygamber, mü'minler için kendi öz canlarından önce gelir. Onun zevceleri de analarıdır..." (Ahzâb, 6)

Hz. Âişe'ye namussuzluk iftirâsı yapan namus ve insanlık fukârası zevat, ya Allah'ın bu Âyetlerini inkâr ediyor ya da Allah'ın buyruğuna rağmen Hz. Âişe'den gıcık kapıyor! Aslında Hz. Âişe'ye, Rasûlullah devrinde olduğu gibi zinâ iftirâsı yapıp da, Allah, o iffet timsali annemizi temize çıkartıcı Âyetleri gönderdikten sonra bile iftirâcılığa devam edenlerde, Ashâba küfretmeyi ve küfürbazlığı din ve yaşam tarzı edinenlerde az önce söylediğimiz iki ihtimal de aynı anda mevcuttur. Şîa ve sempatizanlarının (Şîa sevicilerin) sevmedikleri ve iffetsizlik yalanıyla -Ehl-i Sünnete karşı- karınlarının şişini indirmeye çalıştıkları o sâliha annemizin namusuna dil uzatmaya çalışan bedbahtlara Yüce Allah'ın katından o dönemde vahiy gelmişti. Bu vahye rağmen, Hz. Âişe'yi sev(e)meyenler, Allah'ı, Kitâbını, Rasûlünü, Ashâbı, Hulefâ-i Râşidîn'i ve mü'minleri de sevmemektedir!

İfk Hâdisesi ve Hz. Âişe vâlidemizin temizliğinin, iftirâcıların ise yalancılığının, Rabbu'l-Âlemîn tarafından açıklığa kavuşturulması hususunda Nûr Sûresinin 11'den 20. Âyete kadar olan bölümü okuyunuz.

Bu Âyetlere rağmen, Şîa'nın, Hz. Âişe'ye iftirâya devam etmesi ise, husûsî bir meselede gelen açık vahye bile teslim olmamasının ve -nefislerine ve arzularına uygun düşmeyince- bile bile Allah'ın Âyetlerini inkâr etmesinin açık bir delilidir. Bu bölümde Rabbimiz, bu türden ahlâksızca iftirâlar atanların amacının, "mü'minler arasında hayâsızlığın yayılmasını sevip istemek" olduğunu beyan buyurmaktadır. Demek ki aslında bu tür tavırlar, onların kendi hayâsızlıklarının bir dışa vurumudur! Allah ıslâh etsin, hidâyet versin. Hidâyet vermeyecekse de, ellerini ve dillerini tutsun, şerrlerinden tüm Müslümanları ve insanlığı korusun. Âmîn.

35- YETİMLER…

HAYATA AT GÖZLÜĞÜ TAKARAK BAKARSANIZ, SADECE KENDİ ÖNÜNÜZÜ GÖRÜRSÜNÜZ; SAĞINIZDA SOLUNUZDA NELER OLUP BİTİYOR, KİMLER NE DURUMDA GÖREMEZSİNİZ!

ZENGİN YETİMLERİN MALLARINI HAKSIZCA YEMEYİN, KENDİ HESABINIZA AKTARMAYIN, FAKİR YETİMLERİ İSE GÖZETİN!

Etrafınızda fakir bir yetim varsa, -bana ne demeden, kırmadan ve onurunu zedelemeden- mutlaka kol kanat gerin. Çünkü yetim gülerse dünya güler.

Kur'ân-ı Kerîm'de yetimlerden bahseden Âyetleri okuyalım ve tefekkür edelim:

1- “Hani İsrâîloğullarından: ‘Allah’tan başkasına ibâdet etmeyeceksiniz, anneye, babaya, akrabaya, YETİMLERE, yoksullara iyilik yapın ve insanlara güzel söz söyleyin, namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin’ diye kesin söz almıştık. Sonra içinizden pek azı hariç, yüz çevirdiniz. Ve hâlâ da yüz çeviriyorsunuz.” (Bakara, 83)

2- “Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz iyilik değildir. Fakat (asıl) iyilik, Allah’a, âhiret gününe, meleklere, Kitâba ve peygamberlere iman eden; onu sevmesine rağmen malını yakınlara, YETİMLERE, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve (özgürlükleri için) kölelere veren; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, antlaşma yaptıkları zaman sözlerini yerine getiren, sıkıntıda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenlerin iyiliğidir. İşte doğru olanlar onlardır. Ve onlar müttakî olanların da tâ kendileridir.” (Bakara, 177)

3- “Sana, neyi infâk edeceklerini soruyorlar. De ki: ‘Hayır olarak infâk edeceğiniz şey; anne, baba, akrabalar, YETİMLER, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Hayır namına her ne yaparsanız, muhakkak ki Allah onu bilir.’” (Bakara, 215)

4- “Dünya ve âhiret hakkında. Yine sana YETİMLERDEN soruyorlar. De ki: ‘Onları ıslâh etmek daha hayırlıdır.’ Şayet onlarla birlikte yaşarsanız, onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah, fesât çıkaran ile ıslâh edeni bilir. Allah dileseydi elbette size zorluk verirdi. Şüphesiz Allah mutlak gâlip, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Bakara, 220)

5- “YETİMLERE mallarını verin. Temizi murdar olana değişmeyin, onların mallarını mallarınıza karıştırarak yemeyin. Muhakkak bu, büyük bir günahtır.” (Nisâ, 2)

6- “Eğer YETİM KIZLARA adâletli olamayacağınızdan korkarsanız, size helâl olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikâhlayın…” (Nisâ, 3)

7- “YETİMLERİ evlilik çağına erdikleri zamana kadar deneyin. Şayet onlarda bir reşitlik görürseniz, mallarını kendilerine teslim edin. Büyüyecekler diye onları isrâfla tez elden yemeyin…” (Nisâ, 6)

8- “(Mirası) paylaştırma sırasında yakınlar, YETİMLER ve yoksullar da hazır bulunurlarsa kendilerini o maldan rızıklandırın (onlara bir şeyler verin) ve onlara güzel sözler söyleyin.” (Nisâ, 8)

9- “Şüphe yok ki, zulümle YETİMLERİN mallarını yiyenler karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar (Karınlarına ancak ateş koymaktadırlar). Onlar yakında alevli bir ateşe de gireceklerdir.” (Nisâ, 10)

10- “Allah’a ibâdet edin, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anaya, babaya, akrabaya, YETİMLERE, yoksullara, yakın komşunuza ve uzak komşularınıza, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa, ellerinizin altında bulunanlara iyilik edin. Allah, büyüklenip böbürlenenleri elbette sevmez.” (Nisâ, 36)

11- “Kadınlar(ın mirası) hakkında senden fetvâ isterler. De ki: ‘Onlara dair fetvâyı (hükmü) size Allah veriyor. Kendileri için yazılmış olanı (hakları) onlara vermediğiniz, bununla beraber KENDİLERİNİ NİKÂHLAMAYI İSTEDİĞİNİZ öksüz kızlar ile küçük çocuklar ve YETİMLER hakkında adâleti elden bırakmamanız hususunda Kitapta sizlere okunup duran (Âyet)ler de vardır. Hayır türünden ne yaparsanız, şüphesiz ki Allah onu en iyi bilendir.” (Nisâ, 127)

“Kendilerini nikâhlamayı istediğiniz” şeklinde anlam verdiğimiz ibârenin aslı وَتَرْغَبُونَ أَن تَنكِحُوهُنَّ ‘dir.

Nahv ilmi açısından önemli bir açıklama yapalım: 
Burada “en”
أنْ edatından önce “fî” فِى harf-i cerri hazfedilmiş kabul edilirse, anlam böyle olur. Ama “en” أنْ edatından önce “an” عَنْ harf-i cerri hazfedilmiş kabul edilirse, bu durumda anlam; “kendilerini nikâhlamayı istemediğiniz” şeklinde tam tersi olur.

12- “Bir de YETİMİN malına, rüştüne erinceye kadar en güzel olandan başka bir şekilde yaklaşmayın...” (En’âm, 152)

13- “Eğer Allah’a Furkân günü (Hak ile bâtılın ayrıldığı Bedir günü) olan iki ordunun birbiriyle karşılaştıkları günde kulumuza indirdiğimize inanmışsanız, bilin ki ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah’a, Rasûlüne, yakınlar(ın)a, YETİMLERE, yoksullara ve yolculara aittir. Allah, her şeye gücü yetendir (Savaş ganimetlerinin beşte biri “humus” Âyette adı geçenlere harcanmak üzere devlet hazinesine aktarılır. Beşte dördü ise gaziler arasında paylaştırılır.)” (Enfâl, 41)

14- “Ergenlik çağına erinceye kadar -en güzel şekilde olması müstesnâ- YETİMİN malına yaklaşmayın…” (İsrâ, 34)

15- “Allah’ın fethedilen ülkeler ahalisinden Rasûlüne verdiği fey’, Allah’a, Peygambere, akrabalara, YETİMLERE, yoksullara ve yolda kalanlara verilir ki, o mal, sizden zengin olanlar arasında elde ele dolaşan bir şey olmasın…” (Haşr, 7)

Fakîhler arasında ganimet ve fey’ terimleriyle ilgili kavram ve kapsam tartışmaları olsa da, Haşr Sûresinin 6-10 Âyetleri arasında gayrimüslimlerden elde edilen mallar hakkında fey’ kelimesi kullanılmıştır. "Allah'ın onlardan Rasûlüne verdiği fey'e gelince; siz onun için ne at oynattınız ne de deveye bindiniz..." (Haşr, 6) Bu konunun kavram ya da kapsam bakımından açılımları olduğunu belirtmekle beraber, kısaca, savaşta elde edilen mallara ganimet, savaşsız elde edilen mallara ise fey’ denildiğini ifade etmekle yetinelim.

16- “Yemeğe olan sevgilerine rağmen, yoksula, YETİME ve esire yemek yedirirler.” (İnsan, 8)

17- “Hayır, bilâkis siz YETİME ikrâmda bulunmuyorsunuz.” (Fecr, 17)

36- BATI’DA AİLE KURUMU BİLE KALMAMIŞTIR Kİ, ONLARIN AİLEVÎ, SOSYAL VE KÜLTÜREL DEĞERLERİNİ TAKLİT EDELİM!!

Allah’a hamd, Rasûlüne salât ve tüm mü’minlere selâm olsun…

Bir kardeşimiz, sosyal medyada paylaşılan kadın kız resimlerine dair nasihat düzleminde uyarıcı bir yazı yazmamı rica etmişti. İnşâAllah, demiştim. Bu ricanın üzerinden tam bir ay geçti. Bu konuyu ne şekilde yazıya dökeceğime karar vermek için tefekkür sürecindeydim. Rabbimin gönlüme inşirâh verdiği anda da yazmayı tasarlamıştım. Bir vesileyle o inşirâhı Rabbim lütfetti ve bugün sabah uyandığımda âdeta yazacağım şeyler içimde belirmişti. Yatağımdayken telefonun mesaj bölümüne kaydettiğim zihnimdeki bilgileri şimdi paylaşıma sunuyorum. Hayırlara vesile olmasını dilerim. Rabbim, bizleri dünyada da âhirette de hayır ve güzelliklerden mahrûm etmesin. Nefsimizi ve ehlimizi, şeytanın ayartıcı tuzaklarından korusun. Âmîn.

Âhîr zamandayız… Ve farkına varmadan toplum olarak çok değişiyoruz… Âdeta “değişim, başkalaşım” kutsanıyor… Değişelim de nasıl olursa olsun dercesine bir hava oluşuyor!... Değişme çoğu zaman toplumsal dejenerasyonu beraberinde getiriyor! Gelişmek adına başkalaşmak gerektiği felsefesi sloganlaşıyor! Çağa ayak uydurmak, çağdaş olmak taklitçi olmak sanılıyor! Sonuçta da ölçüsüzlük ölçü oluyor!...

Eskiden birisinin karısına, kızına birileri baksaydı ya da bunların resimleri yabancı bir adamda bulunsaydı, bir de resmin arkasına kadına yönelik beğeniler, methiyeler ve iltifatlar yazılsaydı; bütün bunlara herkes tepki gösterirdi. Kimse karısına, kızına namahremin bakmasını istemez, laf atıp iltifat etmesine kızar, hele hele karısının resminin elin erkeklerinin cebinde, cüzdanında olmasına tahammül etmez, izin vermezdi. Bir bayan yolda kendisine laf atan delikanlıya ağzının payını verirdi. Kendisinden resim isteyenlere resim dağıtan hatta istenmeden bile, “yeni resim çekindim, alın bakın, nasıl çıkmışım, yorumunuzu merak ediyorum, resim sizde kalabilir” diyen kızları toplum olarak göremezdik. Ama bugün insanlar, eşlerinin hatta maaile resimlerini internete koyuyorlar, onların beğenilmesinden ve yorumlar yapılmasından hoşlanıyorlar. Cep telefonları vasıtasıyla herkesin cebinde, karısının ve kızının resimlerinin olması insanları artık rahatsız etmiyor! Hatta o resimlerin, beğeni butonuyla beğenilmesinden de mutlu oluyorlar. Ne kadar çok beğeni o kadar çok mutluluk! Bir zamanlar aileden bir kadının fotoğrafının bir erkeğin cüzdanında bulunması diye bir şey tahayyül dahi edilmezdi! Otururken, gezerken, mutfakta, misafirlikte, seyahatte, tatilde, piknikte velhasıl her durumda özel olması ve özel kalması gereken resimler herkesin görebileceği şekilde paylaşıma sunulmaktadır, selfieler çekilmektedir. Özel hayatın mahremiyeti kalmamıştır. Örtülerin, elbiselerin çıkarılabildiği, daha rahat hareket edilebilen ev hali kıyafetlerle pozlar verilmektedir. Oysa bütün bunlar bizim ferdî ve toplumsal değerlerimizle irtibatlı olmayan, Batı kaynaklı muaşeret kurallarıdır, onların kültür ve medeniyet anlayışlarının bir parçasıdır ve genelde gayrimüslimlerin bakış açısıyla güzel kabul edilen ve beğenilerek uygulanan davranış biçimleridir. Bizim ne inanç yapımızda vardır bunlar ne de tarihî köklerimizde! Maalesef ki Batı ve bâtıl, Müslüman toplumları kendilerine benzetmek ve bizi biz yapan mânevî değerlerimizden uzaklaştırmak için elinden geleni yapmaktadır. Çünkü onların elinde bir tek madde(cilik) kalmıştır, mânevî değerlerden büsbütün uzaklaşmışlar, nefislerinin, arzularının ve şehvetlerinin peşinden âdeta freni patlamış ve kontrolden çıkmış bir araç gibi gitmektedirler. Biz, onların gittiği yönde nasıl gidebiliriz? Ferdî ya da toplumsal anlamda onların ahlâkî anlayışlarını, sosyal ilişkilerini nasıl benimseyebiliriz? Maddede ilerlemiş olmaları, onların ahlâk ve medeniyetlerini de taklit etmeyi mi gerektirir? Müslüman, faydalı olanı alır, zararlı olandan sakınır. Ne yazık ki bugün kimileri, ekonomik ve siyâsî anlamda ilerici sayılan ülkelerde görüntü, davranış ve şekil adına ne varsa, onları almaktan büyük haz duyuyor ve ardından da “Batı’da ve gelişmiş ülkelerde böyle… Biz de aynısını yapmalıyız…” diyorlar! Sanki taklit insanı ilerletecekmiş gibi! Oysa taklitler, asıllarını yaşatır! Taklit edenler de taklit ettiklerinin potasında erirler ve başkalaşırlar! Batıcılık özentisindekiler sanıyorlar ki, Batılı ülkelerin zenginliği kendi düşünce yapılarının doğruluğundan ve güzelliğinden kaynaklanıyor! Yine sanıyorlar ki, maddede ilerleyen ülkeler sanki o seviyeye ahlâkî yargıları ve mâneviyyât telakkîleriyle gelmişler!... Onlar, manayı terk edip, bütün çalışmalarını maddeciliğe taksîf ettikleri içindir ki, bu seviyeyi elde ederlerken, mâneviyyât bakımından müflis hale geldiler. Bazılarının sandığı gibi, onlar doğru istikamette gittikleri için bu ekonomik servet ve iktidar onlara verilmedi. Asla! Rabbimiz, Kur’ân’da: “Gerçekten insan için kendi çalıştığından başkası yoktur” (Necm, 39) buyurmak sûretiyle, ne için çalışırsa insanın bu dünyada da âhirette de ancak onu elde edeceğini haber vermektedir. Sünnetullah gereği kim hangi istikamette çalışırsa ancak ona ulaşır. Gayrimüslimler bütün mesailerini maddeyi kazanmaya hasrederlerse, mânevî yönden ne kadar rezil halde olurlarsa olsunlar, Allah’ın dilediği kadarıyla maddî zenginliğe ulaşırlar. Rabbimiz, bu kimseleri -imtihan gereği- belli bir zaman dünyalıklardan yararlandırır ama onların dönüp dolaşıp, varacakları yer Allah’ın huzurudur ve Allah hem onlara hem de diğer insanlara dünyada yapıp ettiklerinin hesabını soracak, çalışma ve çabalarının mahiyetine göre de herkese uygun karşılığı verecektir. Onun için bugün ya da yarın, dünyada inkârcıların ekonomik ilerleyişleri Müslümanların başlarını döndürmemeli, şaşırtmamalı ve aldatmamalıdır. Allah’ın -hikmeti gereği- bir amelin celbinde ya da terkinde kâfirlere vereceği karşılık ile mü’minlere vereceği karşılık farklı olabilir. Yani manadan kopan ve mukaddesâtından hızla uzaklaşan bir mü’min ekonomik yönden de perişan olabilirken, aynı durumdaki bir gayrimüslim manadan koparken, ekonomik bakımdan ilerleyebilir. Zira bir Hadîs’te ifade edildiği gibi, “Dünya mü’minin zindanı, kâfirin de cennetidir.” (Müslim, Zühd, 1; Tirmizî, Zühd, 16) Bu Hadis'ten anlaşılıyor ki, dünya, mü'minin gireceği cennete nispetle zindan gibidir; kâfirin gireceği cehenneme nispetle cennet gibidir. Yani burada sanki mü’min zindanda gibidir, kâfir ise cennette gibidir. “Hayır, arkadaş, ben iki dünyada da cennette gibi yaşayacağım” diyenlerin çoğu, hevâ ve heveslerine peşine takıldıkları için âhiret cennetinden mahrûm olmuşlardır. Dünyada bazen insanın anlamakta zorlandığı sonuçların, Hadîs’te belirtilen hakikatle bir alâkası vardır. Allah, kâfirlere iyilik adına yaptıkları her şeyin karşılığını bu dünyada iken noksansız olarak vermektedir. Bu, Allah’ın mutlak adâletinin de bir gereğidir. Dolayısıyla bâtıl ehlinin teknolojisine bakıp, onların yolunu yol edinmemek gerekir. Hakikatte bilim ve teknolojiyi Müslümanların üretmesi lazımdır. Kur’ân ve Sünnetin emri bu yöndedir. Müslüman, dünyadan el etek çekmez. Âhireti unutmadan ve âhiret hazırlığında hız kesmeden, yaşadığı sürece/dünya var oldukça ekonomik yönden de çalışmayı, dünyayı meşru şekilde imar etmeyi asla ihmal etmez. Hatta kıyamet koparken bile elinde bir fidan olsa onu diker, karşılığını Allah’ın huzurunda umar. Allah’ın dini, hayatın her kademesini, zerresine varıncaya kadar ihyâ eden esaslar ihtivâ ederken, tembellik, Müslümana yakışmaz, atâlet ve miskinlik onun sıfatı olamaz! Batı’dan medet ummak yerine, Batı’daki bilim, teknik ve teknolojiye talip olmalıyız. Zira hikmet, Çin’de bile olsa, Müslüman onu bulmalı ve almalıdır. Ama bunu yaparken onların kültürlerini, bâtıl inançlarını ve ahlâkî çöküntülerini de almaya kalkışırsak, bu noktada kayıplar her zaman kazançtan fazla olacaktır! Batı bir hasta ise, bilelim ki, hastanın ilacı olsa kendisi içer, neden başkalarına versin! Kendisi içtiyse, neden mânevî çıkmaz ve ahlâkî uçurumdan kurtulamaz! Neden uçurumun kenarına medeniyet inşâ eder! Bilim ve tekniğe hâkim olmanın sonucu bu mudur? Temel dinamikleri yönüyle mânen sağlam olmayan bir yapı güçlü olabilir mi? Güçlü kalabilir mi? Temeline önem verilmeyen bir yapı muhteşem bir sanat eseri olabilir mi? Dış görüntü, albeni ve makyaj mesabesindeki dokunuşlar güzelliğin ve doğruluğun ölçüsü müdür? İçi çürük olanın, dışının rengârenk boyanması ne kadar değer ifade eder? İşte bütün bunlara rağmen, ne ilginçtir ki sağlıklı insanlar, sosyal hayatın en küçük ama en temel yapı taşı olan aile mefhûmu dumura uğramış olan bu hasta adam Avrupa’dan reçete talep ediyor. Onlar da, acı(tıcı) reçeteleri peyderpey verirken, karşılığında iki kez kazanıyorlar: Hem Müslüman toplumları bozup ifsat ederek güçlü mânevî temellerini dinamitliyor, zayıflatıyor ve mânevî yönden kendisiyle eşit seviyeye çekiyorlar hem de maddî yönden zenginliklerini artırıyorlar. Zayıflatarak, mânen kendisiyle aynı sıklete düşürdüğü toplumları da maddî zenginlikleri ile eziyor ve sömürüyorlar. Bu noktaya gelince, Batı’nın zaferi kaçınılmazdır, çünkü bugün maddeye onlar sahipler… Orta Doğu’ya, Afrika ülkelerine bakın! Amerika’nın asıl yerlileri olan Kızılderililerin başına gelenlere bakın! Dünyanın neresine başınızı çevirirseniz, o tarafta Emperyalizm’in çirkin yüzünü ve tesirlerini görürsünüz! Emperyalizm, Kapitalizm ve Demokrasi insanlara sundukları sözde can simitleridir! Batı’nın aldatıcı reçeteleridir! Ne kadar tuhaf, Batı’nın bir yüzü var ki, o vitrin yüzüdür. O yüzünde; çok medenîdir, insancıldır, yardımseverdir, dost canlısıdır, özgürlükçüdür, barışçıldır, adâlet savaşçısıdır, fitne fesat karşıtıdır!! Diğer yüzünde ise; vahşet, kan, kin, nefret, fitne, fesat, ahlâkî çöküntü ve sadece kendi menfaat ve çıkarları vardır!! Kendi sağlam ve köklü değerlerinden kopan bir neslin de, “denize düşen yılana sarılır” misali, bu yalana inanmaktan başka çaresi kalmaz! İnanmasa bile, en azından inanmış gibi gözükür!...

Sözümüzün sonunda Rabbimizin bazı buyruklarını okuyalım:

“Ne Yahûdîler ne de Hıristiyanlar, sen onların dinine tâbi olmadıkça senden asla râzı olmazlar. De ki: ‘Şüphesiz Allah’ın hidâyeti (İslâm dini), doğru yolun tâ kendisidir.’ Andolsun ki, sana gelen ilimden sonra sen onların arzularına uyarsan, Allah’tan sana hiçbir dost ve hiçbir yardımcı bulunmaz.” (Bakara: 120)

“Yahûdî ya da Hıristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız, dediler. De ki: ‘Hayır, (biz) Hanif olarak İbrâhîm’in dinine (uyarız). O, müşriklerden değildi.’ Deyin ki: ‘Biz Allah’a ve bize indirilene; İbrâhîm, İsmâîl, İshâk, Yâkûb ve torunlarına indirilenlere; Mûsâ ve Îsâ’ya verilenlere ve bütün peygamberlere Rabbleri tarafından verilenlere iman ettik. Onlardan hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz. Biz ancak O’na teslim olanlarız.’” (Bakara: 135, 136)

“İbrâhîm bir Yahûdî değildi, bir Hristiyan da değildi. Fakat o, Hanîf (Allah’ı birleyen, muvahhid) bir Müslümandı; müşriklerden de değildi.” (Âl-i İmrân: 67)

“Kendilerine Kitap’tan bir pay verilmiş olanlara bakmaz mısın?!... Onlar hem sapıklığı satın alıyorlar hem sizin de doğru yoldan sapmanızı istiyorlar. Allah düşmanlarınızı daha iyi bilir. Gerçek bir dost (velî) olarak da Allah yeter, yardımcı olarak da Allah yeter.” (Nisâ: 44, 45)

“Peygamberleri onlara apaçık deliller ile geldiğinde yanlarındaki ilim dolayısıyla şımardılar ve alay ettikleri şey, onları kuşatıverdi. Onlar, bizim azâbımızı gördüklerinde: ‘Bir olarak Allah’a inandık/iman ettik, O’na eş koşmakta olduğumuz şeyleri de inkâr ettik’ dediler. Ama bizim azâbımızı gördüklerinde, imanları onlara fayda vermedi. Bu, Allah’ın kulları hakkında geçerli olagelen Sünnetidir (yasasıdır). Ve kâfirler işte burada hüsrana uğradı…” (Mü’min: 83-85)

Müşriklerin vahiy karşısında şımarıp büyüklenmelerine sebep olan o yanlarındaki ilim; dünyadaki tabiat felsefeleri, öğretileri, felsefî düşünce akımları, hayale dayalı mitolojik hikâyeleri, bilim, teknik ve teknolojileri, sanat ve edebiyatları vb. birikimlerdir ki, bunları “din” olarak kabul ederler ve bunlarla gururlanarak Peygamberlerin getirdiği ilme (vahye) karşı çıkarlar.

“Hak, Rabbinden (gelen)dir. O halde sakın şüphe edenlerden olma!” (Bakara: 147)

“Onlara din hususunda apaçık belgeler verdik. Onlar kendilerine ilim geldikten sonra, ancak aralarındaki kıskançlıktan dolayı anlaşmazlığa düştüler. Muhakkak Rabbin, ayrılığa düştükleri şeyler hakkında kıyâmet gününde hüküm verecektir. Sonra Biz seni dinden bir Şerîate sahip kıldık. Sen de artık ona uy, bilmeyenlerin hevâlarına uyma!. Çünkü onların Allah’a karşı sana hiçbir faydaları olamaz. Şüphesiz ki zâlimler birbirlerinin velîleri (dostları)dır. Allah ise takvâ sahiplerinin velîsidir.” (Câsiye: 17-19)

“Şüphesiz Allah katında (makbûl) din İslâm’dır. Kendilerine kitap verilenler ancak kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki kıskançlıktan dolayı ayrılığa düştüler. Kim Allah’ın Âyetlerini inkâr ederse; muhakkak Allah hesabı çok çabuk görendir.” (Âl-i İmrân: 19)

Ve âhıru da’vânâ eni’l-hamdulillâhi rabbi’l-âlemîn.

37- M. OKUYAN’IN, “MÜSLÜMANLAR CEHENNEME HİÇ GİRMEYECEKLER” SÖZÜNE REDDİYE!

Kur’ân’a uyan Hadîsleri kabul ettiği yaklaşımıyla, kendisine “Hadîs inkârcısı” denilmesini reddeden M. Okuyan, Yüce Rabbimizin: “O halde yakıtı insanlarla taşlar olan ve kâfirler için hazırlanmış bulunan o ateşten sakının” (Bakara, 24) Âyetini ve bu meâllerdeki bazı Âyetleri delil göstererek, cehennemin kâfirler için yaratıldığını ve Müslümanların oraya hiç girmeyeceklerini iddia etmektedir. Müslümanlara, günahlarının faturasının; diriltilirken, yaşarken, ölürken, ölüm ve mahşer arasında rûhuna sıkıntı şeklinde, amel defteri verilirken, hesap ya da muhâkeme esnasında ya da Allah’ın dilediği bir biçimde ödettirileceğini söylemektedir.

Yani Allah Teâlâ’nın, Müslümanların o günahlarının karşılığındaki azaplarını/cezalarını başka azap türleriyle karşılayacağını ama onları cehenneme atmayacağını savunmaktadır.

Peygamberin söylediği Hadîsleri kabul eden insan böyle mi olur? Doğrudan veya dolaylı olarak, iman sahiplerinin günahkârlarının cehenneme gireceğine dair belki bin tane belki de binden fazla Hadîslerde delil varken, bütün o açık gerçeklere rağmen, Kur’ân’daki Âyetleri fâsid te’vîllerle yorumlamak hak mıdır? Bu tavır; Hadîsleri dinde delil saymayan, sadece Kur’ân’a uygunluk arz edenleri, “Peygamber söylemiş ya da söylememiş bilemeyiz ama mânâları doğrudur yani bizim Kur’ân anlayışımıza uyuyor” diyerek kabul etmektir ki, bu yöntem, Hadîsleri kabul etmek olabilir mi? “Olsa da olur, olmasa da olur” yaklaşımı kabul müdür, ret midir? Önce “Kur’ân’ın onayına sunma” iddiasıyla, senedlerine kıymet vermeden, kendi fikir dünyasıyla Hadîsleri “bu sahîhtir, şu uydurmadır” diye tasnîf etme, eleme, ayıklama yetkisini kim, nereden almaktadır? Hadîs Usûlü ilmini ve kâidelerini bir çırpıda çöpe atan, ardından da Hadîslerin çoğunu “rivâyet” adı altında çöplüğe layık gören kimselerin fikirleri mi baş tacı edilmelidir?

“Müslüman, cehenneme girmeyecek” iddiasına kaynak teşkîl ettiği söylenen, Bakara Sûresinin 24. Âyetine dönelim. Orada: أُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَKâfirler için hazırlanmış” beyanı geçmektedir. Hadîslerdeki Sahîh açık beyanlara itibar etmeyenler, burada yorum olarak, “cehennem, Müslümanlar için değil, kâfirler için hazırlanmıştır” diyerek, buradan da “dolayısıyla cehenneme Müslüman kimse girmeyecek” sonucunu çıkarmaktadırlar. Sonuç cümlesi olarak verdikleri hükmün de Kur’ân’a dayandığını söylemektedirler. Oysa dikkat edin, onların o sözleri kendilerine aittir; Allah asla öyle bir şey söylememektedir! Bu fikirlerini, Kur’ân’a nispet etmeleri ve “Allah böyle diyor” demeleri Kur’ân’a bir iftirâdır.

Âyette “Kâfirler için HAZIRLANMIŞ” buyurulmuştur.

Evet, cehennem nihâyetinde kâfirler için hazırlanmıştır. Yani oraya girecek Müslümanlar cehennemde geçici bir süre azap görecekler; nihâyetinde Hadîslerde “cehennemlikler/cehennemiyyûn” diye adlandırılan tüm mü’minler oradan çıktıklarında yine cehennemde sadece asıl sâkinleri olan kâfirler kalacaktır. Onun için Kur’ân’da kâfirler için “Ashâbu’n Nâr” ve “Ashâbu’l Cahîm” yani “ateşin (cehennemin) arkadaşları” sıfatları kullanılmıştır. Bu terkipler, “cehennem ehli” ve “cehennemin sahipleri” anlamlarına da gelir. Cehenneme giren Müslüman, bir süre sonra oradan çıkacağı için, inkârcılar hakkında oranın ashâbı tabiri kullanılmıştır. Aynen Müslümanlar da cennetin ashâbıdır. Onun için Kur’ân’da mü’minler hakkında “Ashâbu’l Cennet” denir. Ebediyyen mü’minler cennette kalacakları gibi, kâfirler de ebediyyen cehennemde kalacaklardır.

Bakara, 24’de neden “kâfirler için hazırlandı” dendiğine tekrar dönelim. Şöyle düşünelim. Bir yer, bir mekân ya da bir ev bir kimse için hazırlansa, yapılsa, inşâ edilse; daha sonra da başkaları gelip orada bir süre barınsalar, otursalar, zaman geçirseler yani misafir olsalar, sonradan gelen o kimseler hakkında “burası, bu kimseler için hazırlandı yani buranın sahipleri sonradan gelen misafirler” denilebilir mi? Bir yerin sahibi, ehli kim ise, orası, işin başında da onlar için hazırlanmıştır, yapılmıştır. Aynen bunun gibi, Kur’ân’ın bildirdiği gibi, Cehennem, cehennemin sahipleri, ateşin arkadaşları ve oranın ehli olan kâfirler için hazırlanmıştır. Bunda şaşıracak bir durum yoktur! Kaldı ki, az önce söylediğimiz gibi, Hadîslerde sayılamayacak kadar delil, cehenneme, Müslümanlardan da girecekler olduğunu açıkça bildirmektedir. Bunun yanında sadece Hadîsler boyutuyla değil, Selef’in üzerinde icmâ ettikleri akîdeleri de budur, Selef’ten sonra gelen Ehl-i Sünnet ulemâsının görüşleri de bu yöndedir. Nasıl olmasın ki, Kur’ân’da, iman edenlerin de cehenneme girebileceklerine delâlet eden, onları cehennem azâbıyla uyaran o kadar çok Âyet vardır ki! Bakın, bir Âyet okuyalım: “Ey iman edenler! Yakıtı insanlarla taşlar olan o ateşten nefislerinizi ve ailelerinizi koruyunuz…” (Tahrîm, 6) Görüleceği gibi Âyetin hitâbı mü’minleredir. Yüce Allah, tutuşturucusu insanlarla taşlar olan yani yakıtı, oranın sâkinleri olan kâfirlerle onların putları olan o ateşten, mü’minlerin hem kendilerini hem de ailelerini korumalarını buyurmaktadır. Aksi takdirde iman edenler de azap görmek üzere o ateşin içinde kendilerini bulabilirler. Allah korusun! Âyet o kadar açıktır ki, fazla söze hâcet bile yoktur!

Cehennem ateşinin yakıtı insanlar ve taşlardır. Özellikle cehennem sâkinleri olan kâfirlerden oluşan insanlar ve onların tapındıkları taştan, tunçtan, bakırdan, demirden, altından vs. madenlerden ma’mûl putları da tapanlarıyla birlikte cehennemin ateşini tutuşturacaktır. Korkunç bir sahne! Yâ Rabbi, sen bizi o sahneden uzak eyle!

Sonuç olarak şunu söylememiz gerekir ki; Cennet, sadece Müslümanların ve mü’minlerin yurdudur. Oraya Müslüman ve mü’min olan kimseden başkası asla giremeyecektir. Hatta cennetin kokusunu dahi alamayacaktır. Cehenneme gelince; orası asıl itibariyle kâfirler için hazırlanmıştır, oranın ebedî kalıcıları ancak kâfir, müşrik ve münâfık kimselerdir. Müslümanlar, cehennemde belli bir zaman azaplarını gördükten sonra cehennemden çıkacaklardır ve cennete gireceklerdir. Bir zaman gelecek, cehennemde Müslümalardan en son azap gören kimse de çıktıktan sonra, orada kâfirlerden başka kimse bulunmayacaktır. İşte böylece cehennemin gerçek arkadaşlarının, ehlinin, sâkinlerinin ve yerlilerinin kâfirler olduğu bilfiil ortaya çıkacaktır. Bundan dolayı kâfirlere, “ateş ashâbı” ve “alevli ateşin arkadaşları/sahipleri” denilmektedir.

Buradan şunu da söylemek gerekir ki, Peygamberimizin Sahîh Hadîslerini kabul etmezken, Âyetlerin mânâlarını tahrîf etme pahasına akla, fikre ve hevâya dayanarak, “Cennete giren nasıl ki bir daha oradan çıkmayacaksa yani cennet ehli orada ebedî ise; cehenneme giren de oradan asla çıkamayacaktır yani cehennem ehli de ateşin içinde ebedî kalacaktır. Dolayısıyla mü’minler cennete gireceklerine göre, cehenneme girenler de -aynen cennete girenlerin oradan bir daha çıkmamaları gibi- cehennemden bir daha çıkamayacaklardır. Sonuç; Müslümanlar cehenneme hiç girmeyecekler” şeklinde tutarsız kıyâslar yapmak, ne Kur’ân’a, ne Sünnete, ne Selef-i Sâlihîn’in akîdesine, ne icmâya ve ne de tüm Ümmet-i Muhammed’in üzerinde bulunduğu Sırât-ı Mustakîm’e uygundur! Ya da şu şekilde fikir jimnastiği yapanlar var: "Nasıl ki, kâfirler cennete hiç girmeyecekler ise, mü'minler de cehenneme hiç girmeyeceklerdir..." Bu tür ifadeler ancak laf ebeliğidir, kafa karıştırmadır, ilmî hiçbir altyapısı yoktur ve vahiyden uzak felsefî yaklaşımlardır. Bu kadarı kâfîdir. Bir zırvayı bin delille çürütmenin gereği yoktur! Allah ve Rasûlü ne demişse mutlak doğru olanlar ancak onlardır.

Allahu ve Rasûlühü A’lem!

Allah ve Rasûlü en iyi bilendir!

Kur’ân ve Hadîsleri okuyan, okuduklarını doğru fıkheden ve o doğrulara Allah’ın istediği şekilde iman eden, hayatını da o iman üzere şekillendiren mü’minlerden olmamız duası ile.

38- ISTILÂHLARIMIZI ISLÂH ETMELİYİZ!

“BEN YAPTIM OLDU!”, “NE DEDİYSEM ODUR!”, “BEN BÖYLE ANLIYORUM”, “MESELEYE İYİMSER, DUYGUSAL VE HİSSÎ BAKIYORUM” SÖZLERİ, HAKKIN KARŞISINDA NE İFADE EDER?!

İyilik ve kötülük hakkında konuşmadan önce, kavramların kapsamlarının çok iyi anlaşılması gerekir…

İyilik nedir? Kötülük nedir? İyi nedir? Kötü nedir? İyi kimdir? Kötü kimdir? Hayır nedir? Şerr nedir? Güzel nedir? Çirkin nedir? Hak nedir? Bâtıl nedir? Haram nedir? Helâl nedir? Tevhîd nedir? Şirk nedir? Mü'min kimdir? Müşrik kimdir? Muhlis kimdir? Münâfık kimdir? İlâh, rabb, ibâdet ve din terimleri ne anlamlara gelir? Dini, Allah'a hâlis kılmak ne demektir? Allah'ı birlemenin, O'nu bir tanımanın ve O'nun birliğine iman etmenin kapsam ve mâhiyeti nedir? Lâ İlâhe İllallâh ne demektir? Lâ İlâhe İllallâh diyen herkes cennete girebilir mi? Lâ İlâhe İllallah cennetin anahtarı ise, bu anahtarın dişleri (şartları) nelerdir? Lâ İlâhe İllallâh ile Allah’a verilen iman ve kulluk sözünü bozan durumlar nelerdir? İman nedir? Küfür nedir? İmanı bozan şeyler nelerdir? Küfre sebep sözler, ameller ve inançlar nelerdir? Maslahat nedir? Mefsedet nedir? Ma'rûf nedir? Münker nedir? Günah nedir? Vasat nedir? İfrât ve tefrît nedir? Sevap nedir? Şirk ve küfür sözleri ve amelleriyle beraber, kuru kuruya içlerde beslenen ferdî iyi (!) niyetler ve hayalci temenniler insanı şirkten ve azaptan kurtarabilir mi? İlim ve hikmet nedir? Cehl ve cehâlet nedir? Câhiliyye nedir? Tesettür nedir? Teberrüc nedir? Kur'ân ve Sünnet nedir? Islâh nedir? İfsâd nedir? İctihâd ve mezheb nedir? Felsefe ve Sofestâiyye nedir? Salâh nedir? Fitne nedir? Bid’at nedir? Ehl-i Sünnet kimlerdir? Ehl-i Bid’at kimlerdir? Beşerî faraziyeler ve felsefeler nelerdir? İlim ve âlimin faziletleri nelerdir? İmanın aslında cehâlet mazeret midir? Ehven-i şerreyn kâidesinin muhtevâsı nelerle itibâtlıdır? Şirk ve küfrün ehveni olur mu? Şirk ve küfür tercih edilerek, iyilik ve hayra ulaşılabilir mi? İkrâh nedir? Azîmet nedir? Takiyye ve ikrâh ne demektir? Asıl olan, ikrâh altında ruhsat ve takiyye midir yoksa azîmet midir? Takiyyecilik, İslâm’da var mıdır? Tekfîr ve tekfîrcilik ne anlamlara gelir? Bu ikisinden hangisi meşrûdur? Selef kimdir? Halef kimdir? Âlimlere, bilginlere ve idarecilere uymanın meşrû zemini, sınırı ve kapsamı nelerdir? Âlimleri, bilginleri, siyâsîleri ve rûhânîleri ilâhlaştırmak nasıl olur? Mukaddesât nelerdir? Mukaddesâtı tahkîrin hükmü nedir? Ta’zîm ve tahkîrin meşrû zeminleri nelerdir? Velâ nedir? Berâ nedir? Tâğût, cibt, put, şeytan, sihir, kehânet, efsûn, tabu, ümniyye ve hurâfe kavramları neleri ifade eder? Vahiy nedir? Zann nedir? Mu’cize nedir? Şefâat nedir? Kerâmet nedir? İstidrâc nedir? Meşrû ve gayrimeşrû tabirleri neleri kapsar, aralarındaki ayırıcı çizgi nedir? Azâb nedir? Cezâ nedir? Dünyâ nedir ve ne için var edilmiştir? Âhiret nedir ve orada hayat nasıl olacaktır? İnsanlar ve cinler niçin yaratıldılar? Cennet nedir? Cehennem nedir?...

Bu şekilde sayılamayacak kadar sorular üretmek mümkündür. İşte bu soruların ve ıstılâhların meşrû dairede cevaplarını ve anlamlarını bilmeden kavramlar birbirine karışır, kavram kargaşası olur, hak ve bâtılın, iman ve şirkin ne olduğu anlaşılamaz!... Onun için önce ıstılâhlarımızı/kavramlarımızı ıslâh etmemiz gerekir. Kavramların içleri boşaltılıp başka şeylerle doldurulduğunda hak kisveli bu görüntü bâtılı hakikat yapmaz! Zira içeriği bâtıl olanın, adının hak olması, haksız bir aldatıcılıktır! Önemli olan nokta, terim ve kavramların muhtevâlarının Kur’ân ve Sünnete göre anlaşılmasıdır. Aksi takdirde yapılan şey, fıkrada, abdestsiz namaz kıldığı söylenen Bektâşî’nin “ben yaptım oldu” dediği duruma düşülmüş olur. Yapılan bir işin, şahısların veya toplumların kendilerine göre olup olmadığı değil, Allah’a göre gerekli olup olmadığıdır. İşte bu noktada belirleyici olan delil, vahiydir! Ölçü bellidir… O halde neden hakikatlerin tespitinde aklımızı, hevâ ve heveslerimizi ölçü alalım?!

39- BU DÜNYADA KAZANILABİLECEK EN BÜYÜK FAZİLET TEVHÎD EHLİ BİR MÜ’MİN OLMAKTIR!

Çokluk, makam, mevki, meslek, kariyer, itibar, iltifat, şöhret ve oy derdi olanlar dînen bozulmaya müsait bir çizgidedirler. Hayata peşinen şartlanmışlıkla bakanların, emr-i bi'l ma'rûf ve nehy-i ani'l münkerle pek münasebetleri olmaz! Nefsânî arzularını bu şekilde yaşamın vazgeçilmez ilkeleri edinenlerin hak çizgide olmaları ve hak çizgilerini koruyabilmeleri mümkün değildir! "Ben şunu yapmak zorundayım, şuraya gelmek zorundayım, şunlar ve bunlar olmalı" diyenin, o istikamette ilerlerken tavizler vermeye de hazır olması gerekir. Bu, kaçınılmazdır. “Ben bunları yapacağım” diye diretip de “ama bozulmayacağım” kaydını zikredenlerinki, genelde züğürt tesellisidir. Yakın ve uzak çevrenize bakın, bu olumsuz tablonun o kadar çok örneği olduğunu göreceksiniz ki. Yolun başında söylenenlere bakın ve sonunda söylenenleri karşılaştırın. Arkadaş veya tanıdık anlamında o kadar kimsenin zaman içinde bu câhilî girdaplara düştüğünü ve Tevhîd’den ta’vîz verdiğini görüyoruz ki, üzülmemek mümkün değildir. İnsanın bu dünyada her an ve her dakika imtihan içinde olduğunu anlamamızı sağlayan ibretlik bir durumdur bu. Farklı şartlar, farklı durumlar ve değişen bir dünya ile nice insan, vahiy istikametindeki dosdoğru yoldan sapmakta ve rüzgârın güçlü estiği tarafa doğru savrulanlarla birlikte çer çöp gibi savrulmaktadır. Bunun nedeni, Tevhîd’i tam anlamıyla kavrayamamak ve sloganik söylemlerle hayattan bir süreç geçirmektir. Genelde bu dönem içinde kalpte ve kafada Tevhîd’e dair sorular, sorunlar, şüpheler, tereddütler, gelgitler, kararsızlıklar, sadakatsizlikler, velâ ve berâ konusunda tutarsızlıklar bulunur. Tam anlamıyla Tevhîd ehli bir kimsede bulunması gereken ahlâkî, fikrî ve amelî duruş bu kimselerde pek gözlemlenemez. En iyimser yaklaşımla bu kimselerin, hayatlarında o geçirdikleri süreçte taklîdî iman etmiş olduklarını varsayarsak, genel olarak taklîdin, insanı bir zaman idare edebildiğini düşünebiliriz. Taklîdî iman sahîh olsa da, bilgisizce inanılan ve ikrar edilen esaslar konusunda şeytanın da boş durmayacağı kesindir. Tüm insanlar ve cinlerden olduğu gibi, bu kesimden de şeytanın kendisine belirli bir pay edinmiş olduğunu -maalesef ki- görmekteyiz. Dünyanın hangi kazancı, Tevhîd’den sapmaya değer?! Dünyanın hangi makamını kazanmak, cennet makamlarını kaybetmeye değer?! Rabbim, bizleri hakka sebâtta muvaffak kılsın. Her insanın ve her cinin görevi, sadece Allah’a ibâdet şuuruyla yaşamaktır. O’nun rızâsı için çalışmaktır. Hakk Teâlâ'nın rızâsına teslimiyyetten başka bir derdi olmayan kimsenin, insanların yanlışlarını onaylamasına, bildiklerine ve inandıklarına zıt söylemler ve fiiller karşısında zillete düşmesine, ma'rûfâtı emir ve tavsiye yolunda sendelemesine ve yan çizmesine gerek kalmaz! Çünkü insanların hoşnutluğu için değil, Allah’ın hoşnutluğu için yaşamını idâme ettirir. Unutmayalım ki, Allah’ın bütün Peygamberleri, insanları imana çağırmışlardır. İmanı küçümseyip de daha büyük faziletler (!) ve kazançlar (!) peşinde koşanlar, sahîh imandan mahrûm kalırlar. İman etmek en büyük şereftir. Bütün faziletler, onun varlığı ile elde edilir. O yoksa, ne hayır kalır ne fazilet! İmanın yokluğu ebedî hüsrândır, helâkettir ve felâkettir. Tevhîd varsa, Allah affeder, rahmet eder, mağfiret eder, cennetine koyar, enva’ çeşit lütuflarda bulunur ve hepsinden önemlisi cennette Yüce Cemâlini gösterir. Tevhîd’sizlik, bütün hayır ve güzelliklerden mahrûmiyettir. Dünyada az bir süre yaşam ve geçimlikten sonra bir de bakmışız ki ölüm, berzah, diriliş, mahşer, mîzân, hesap, sırât ve en son olarak da cennet ve cehennem diye âhİretin iki son durağından biri olmak üzere kendimizi farklı ortamlarda ve boyutlarda bulmuşuz. Nasıl ki biz dünyaya gelirken, Allah bize sormadı ise, bir anda kendimizi dünyada buldu isek; dünyadan sonraki İlâhî irâdelerinde de bize soracak ve keyfimize bakacak değildir! Hüküm ve hikmet sahibi Rabbimiz emrinde galiptir, va’di haktır ve asla va’dinden dönmez… O, mü’minlere cenneti, kâfirlere ise cehennemi va’detmiştir…

Yâ Rabbi, bizi râzı olduğun akîde üzerinde sâbit kıl, imanımızı(n derecesini, mertebesini) artır, bizi bu en güzel kelime ile dünyada da âhirette de faydalandır… Allah’ım, bile bile şirk koşmaktan Sana sığınırız, bilmediğimiz şeyler için de Senden mağfiret dileriz… Allah’ım, Sen’den hidâyet, takvâ, iffet ve zenginlik dileriz… Bize, dünyada da âhirette de iyilik ve güzellikler ver… Ve bizi ateşin azâbından koru… Âmîn.

40-  AŞIRI ÖVGÜ VE AŞIRI YERGİ BAĞIMLILIĞI!

Akîde ve edepten yoksun olanların benzetmeleri de, kıyasları da, mübalağaları da müşrikçe ve edepsizce oluyor!

Birlikte Arapça okumuş ama biri laf cambazlığı ile halkın gözünde itibar elde etmiş diğeri de özelde sivri dilliliğine rağmen, genelde toplum içindeki mûnis yapısıyla akranından geri kalmış iki arkadaş sık sık birbirleriyle tartışırlar. Câhillerin gözünde itibarı değerinden yüksek olan, kibri boyunu aşan kimseye diğeri tahammül edemez, belki de biraz kıskançlığından ötürü: “Sanki Allah’ın amcasının” ya da “sanki Allah’ın amcasının oğlusun” benzetmesiyle tepki gösterir! Kibrinin büyüklüğünü anlatmak isterken, müşrikçe bir benzetme yaptığının kim bilir belki farkında bile değildir! Aklımıza hemen Rabbimizin buyrukları geliyor… Hristiyanlar: “Îsâ, Allah’ın oğludur” derlerken, Yahûdîler de: “Üzeyr, Allah’ın oğludur” demişlerdi. Kendisini âlim sanan bir kimsenin, büyüklenmeye tepki gösterirken, kendince yanlış gördüğü bir davranış biçimini eleştirirken ve kızarken, egosunun tazyiki altında böyle bir ifade kullanması acaba nasıl bir psikolojiden, nasıl bir ruh halinden, nasıl bir inanç şeklinden ve nasıl bir karakterden ileri gelmektedir?! Bu tavırların arka planında inanç bozukluğunun, aile terbiyesinin, karakter sorunlarının ve edep yoksunluğunun önemli roller oynadığı açıktır. Müslüman olduğunu söyleyen veya Müslüman bilinen kimselerde de buna benzer ya da yakın teşbîhler yok mu? “Allah mısın be?!” diyenleri hiç saymıyorum, bu artık edepsizlik ve densizlik sınırlarını aşmış müşrikliğin itirafı mesabesindedir! Ya Müslüman dediğiniz bir kimse, birini eleştirirken “sanki peygamber!” demesinin durumu nedir? “Sen peygamber misin de, dediğini kabul edeceğiz” mealindeki densizce çıkışların hükmü nedir? Aslında bu türden edepsizlikleri, yukarıda temas ettiğim birkaç cümlede bahsi geçen akîdeden yoksun ebeveynlerin zürriyetlerinde ziyadesiyle görmekteyiz. Bir insanın, nasıl bir aile terbiyesi aldığı çok ama çok önemlidir... Önemlidir; çünkü o terbiye sürecinde alınan doğru değerler ziynettir, güzelliktir ve geliştirilmesi gerekir. Âtıl bir halde o potansiyel güzelliği bir kenara atmamalıdır veya unutmamalıdır. Tıpkı enerji cihazını veya dolu pil(ler)i ihtiyaç olmasına rağmen bir köşede unutmak gibi. Bu, aile terbiyesinde dikkat edilecek müspet yöndür. Bir de menfî yön vardır. Aile terbiyesi çok önemlidir; çünkü aileden gelen kötü huylar, görgüler, fikirler, kuruntular, vesveseler, saplantılar, doğru-yanlış telakkileri tespit edilip de ıslâh edilmezse/düzeltilmezse, o yanlışların yerine doğruları ikame edilmezse; işte bu kimseler ister âlim olsunlar, ister vali, ister ağa olsunlar, ister bey, ister baba olsunlar, ister koca, ister hoca olsunlar, ister talebe; bulundukları makamları o kötü kişilikleriyle işgal edeceklerdir. Konumları itibariyle, halkın gözündeki büyüklükleri nedeniyle, o kimselerin tesirleri ve aldatıcılıkları katmerleşecektir. Fertlerin yanlışları toplumları etkileyecektir. Dün, anası ve babası tarafından etkilenen evlatlar, yarınlarda başkalarının analarını, babalarını ve evlatlarını belli düzeyde olumsuz yönde etkileyebileceklerdir. Görüldüğü gibi, ferdin, ailenin ve toplumun ıslâhı önemlidir ve birbirine bağlıdır. Fert ve aile asıldır. Bu ikisinin ifsâdına yönelik -küçücük bir tohum dahi olsa- her adım, sonuçları itibariyle büyük veballer getirmektedir. Bunların, Allah katında hesabı vardır.

Evet, dün gördüğüm ve bu cümlelerin aklıma gelmesine vesile olan ortamda bir kişi, gözünde büyüttüğü birini öyle bir övüyordu ki, sanki Türkiye’de ondan daha âlim kimse yok! Bu anlatım biçiminden de, bu maksattan da Allah’a sığınırım. Eleştiricilik, kınayıcılık, suçlayıcılık ile övücülük, tarafgirlik, şakşakçılık birbirine zıt iki karakter yapısı olsa da, aslında bu sıfatların aşırısı her kimde bulunuyorsa, diğerinin de var olduğunu bilmemiz gerekir. Zira eleştiricilik ile şakşakçılık birbirinin mütelâzımıdır; yani biri diğerini gerektirir. Biri varsa, birilerine yöneliktir, diğeri de diğerlerine yöneliktir. Bilineceği üzere, birini ya da birilerini şakşaklayan kimse, onların dışındakilere karşı ya belirli bir zaman nötrdür ya da muhâlif bir kişilikle eleştiricidir, kınayıcıdır. Şahsen, her nerede aşırı övme huyu olan insan gördüysem, o kimse başkasını değil beni dahi övüyor olsa, onun o câhilî tavrından ne amelen ne de kavlen hiçbir zaman razı olmadım! Zira övgü veya yergi bugün ona ise, bil ki yarın sanadır! Aşırı övgü ve aşırı yergi ya da başka bir tabirle yersiz övgü ve yersiz yergi mânevî bir hastalıktır. Kökleri kalpte olan, etkisi ise dillerden işitilen bir rahatsızlıktır, rahatsız ediciliktir yahut da insanları aldatıp uyuşturmaktır. Aklıselim hiçbir kimsenin bu iki zıt sıfatın her ikisinden de râzı olmaması, hoşlanmaması ve onaylamaması gerekir. Bir kimseyi aşırı övmek belini kırmaktır, onu helâk etmektir. Bir kimseyi de aşırı eleştirmek, kınamak ve suçlamak zulümdür, ezadır, kalp kırmaktır, fitnedir. Allah’ın rızâsını arayan herkesin, bu sıfatların neden olacağı günahlarından kurtulmak adına pozisyonu ne olursa olsun daha dikkatli olması, gerektiğinde nehyi ani’l münker vazifesinde gevşeklik göstermemesi, bâtıl söylemleri ve yanlış çıkışları ödüllendirmemesi gerekir!

Bu konuda çok şeyler söyleneceğinin ve herkesin de söyleyeceği bir şeylerin olduğunun farkındayım. Ama mesele anlaşılmıştır. “Sözlerimiz güzel olduğu gibi, özlerimiz de güzel olsun. Eylemlerimiz, söylemlerimize zıt olmasın, kavlimizle hâlimiz barışık olsun” diyerek, konumuzu özetleyen ibretli ve uyarıcı bir cümle ile bitiriyorum:

“Şakşaklanmayı seven insanlar oldukça şakşakçılar, şakşakçılar oldukça da şakşaklanmayı seven insanlar var olacaktır!..”    

41-  KUR’ÂN ADINA AKILCI YÖNELİŞLER!

"Kur'ân yeter" diyenlerin, Kur'ânı açıklamak adına bir yığın kitaplar yazmaları, konferanslar vermeleri ve panellere katılıp akıllarının erdiği istikamette konuşmalar yapmaları, iddia ettikleri kendi davalarına karşı bir samimiyetsizliktir, sadakatsizliktir! Kur'ân'ın yeterli ve tek kaynak olduğunu düşünen kimsenin sadece Âyet okuması gerekir! Yorum yapmamalıdır! Kur'âncı; o kıt bilgisi ve yetersiz aklı ile yorum yapmadan duramıyorsa -ki vâkıa böyledir- bu durumda, Rasûlullah'ın Kur'ân'ı açıklamasına ve müctehidlerin ictihâdlarına karşı çıkmayı terk edip, Sünnete ve eimme-i müctehidîne uyması gerektiğini artık anlamalıdır! Bilmeli ki, Kur'ân'ı anlamaya çalışırken, Rasûlullah'ın Hadîslerini, Sünnetini, ashâbın, tâbiînin, tebe-i tâbiînin ve eimme-i müctehidînin ictihâd ve sözlerini arkasına atan kimse, bunların yerine kendi görüşlerini, anlayışlarını, inançlarını, kuruntularını ve zanlarını koyacaktır! Kur'ân'a saf ve katışıksız yöneliş bu mudur?! Ortada Kur'ân'ın adı var ama “Kur'ân'ın muhteva ve mesajı” adı altında hevâ ve hevesler cirit atıyor! Fikirler, zanlar ve bâtıl inanışlar Kur'ân adına piyasaya sürülüyor! Elbette Kur’ân yeterli, noksansız bir Kitaptır ve içinde her şey vardır ama ondan herkes aynı ölçüde istifade edemez ki! Orada, anlamını sadece Allah’ın bildiği Âyetler de vardır, anlamını sadece âlimlerin anladığı Âyetler de vardır, anlamlarını herkesin anlayabildiği Âyetler de vardır. Çünkü bir kısmı müteşâbihtir, çoğu muhkemdir. Bazı Âyetler de vardır ki, Arapça’yı bilenlerin anlayabileceği istikamettedir. Bugün maalesef ki, âlim olmadığı halde sadece Arapça’yı bilmekle tüm Kur’ân’ı anladığını ve başka bir kaynağa, örneğe ya da bir ilme gerek olmadığını söyleyenler türemiştir. Bu bilgilendirmeden sonra bazı sorular soralım: İnsanlar için sadece Kur'ân yeterli olsaydı ya da Allah'ın irâdesi bu olsaydı, Peygamberimizin gönderilmesine ne gerek vardı? Diğer bir ifadeyle İnsan Peygambere ne gerek vardı? Allah neden insan sûretinde bir meleği peygamber göndermedi? Rabbimiz, Peygamberimizi göndermeyi dilemiş, ona Kur'ân'da da geçtiği gibi pek çok vazifeler yüklemiştir, kendisine itaati farz kılmış, onu örnek olarak takdim etmiştir. Allah, insanlara meleklerden bir peygamber gönderseydi, insanlar “o melek, biz ise insanız. Onu nasıl örnek alalım!” diye itiraz etmezler miydi? Kur'âncılık adıyla bir akıma tutulanlar, Peygamberin Kur’ân’da geçen görevlerini okumuyorlar mı? Bu Kur'ân'ın pratiği yok mudur? Bu din sadece bir teoriden mi ibarettir? Kul, müttakî bir kul olmak adına nasıl hareket edecek, kimi örnek alacak bunu düşünmüyorlar mı? Kur'ân, iman edenlere ve edeceklere en güzel örnek olarak âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Peygamberimizi sunmaktadır. Peki, o Peygamberin pratiği nerededir? Peygamberi doğru tanımak nasıl olacak? Kur'ân'ı doğru anlamak nasıl olacak? İslâm gerçeği nedir? Habbeden kubbeye, zerreden kürreye, yaş ya da kuru her şey hakkında hak ve bâtılın tam anlamıyla, şüphe etmeden ayırıcı çizgilerini nasıl tespit edeceğiz? Kur'ân'ın muhkemleri de var, müteşâbihlerdi de. Mücmelleri de var, mufassalları da. Hakikatleri de var, mecazları da. Hâsılı, müşkil, mübhem, muğlak vs. lafızları ve pek çok incelikleri, nükteleri, noktaları, hikmetleri, illetleri vs. zenginlikleri ve ilimleri bulunmaktadır. Bunları sadece akılla çözmek ve anlamak yeterli midir? Ya da nereye kadar yeterlidir? Aklın gücü, kuvvesi, potansiyeli, yetkinliği ya da yetersizliği nedir? Emin olun, bunu yapanların aklı dile gelse, Âlemlerin Rabbine karşı bu kimselerden şikâyetçi olurlar?! Akıl da bir yere kadardır. Anlayışı, ehliyeti ve başarıyı sağlayan faktörlerden biri, belki de olmazsa olmazı akıl olsa da, akıl bir şeyi fıkhetmek ve başarmak için tek başına yeterli olmaz! Öyle olsaydı, kişilik yönüyle en akıllı ve en zeki kimselerin otomatikman hayatta en yüksek makamları elde etmeleri gerekirdi. Âlim, müfessir, muhaddis, fakîh, fizikçi, matematikçi, astronom, uzman, sanatkâr, araştırmacı vs. gibi. Aksi durum yadırganması gerekirdi. Ama öyle değil! "Falan şahıs çok akıllı ama aklını iyiye kullanmıyor" denilmektedir. Ya da "çok zeki ama zekâsından yararlanmıyor" denilmektedir. Dolayısıyla Allah'ın Kelâmı olan Kur'ân'ı salt akla havale edip de "Allah da böyle diyor" demek, Allah'a ve Allah'ın Âyetlerine bir iftirâ olur! Kur'ân'dan bir Âyet okuyup da, o Âyetin üzerine bir yığın fikir attıktan sonra bir sonuç çıkartıp "Kur'ân böyle diyor" diyenler bilsinler ki, Kur'ân değil, sizin aklınız, hevânız, kavrayışınız ve akîdeniz öyle diyor!.. Kur'ân'ı bize teblîğ edip, onu açıklayan, onun nasıl yaşanacağını öğretip saadet asrının vücuda gelmesinde muallimlik yapan Peygamberimizin örnekliği alınmadan ortaya konulan Kur'ân öğretileri zandan başka bir şey değildir. Kur'ân'a göre, zan da, hak adına hiçbir şey ifade etmez! (Bkz: Yûnus, 36; Necm, 28)

42- HAK YOLDA SEBAT VE İSTİKRAR:

HAYATTA NE KADAR FIRSAT KÖŞESİ KARŞISINA ÇIKSA, ONU DÖNMEYİ GAYE EDİNEN İNSAN, ÖLÜRKEN HANGİ KÖŞEDEN DÖNMEYİ, ÖLÜMDEN VE HESAPTAN NASIL KAÇMAYI DÜŞÜNÜYOR ACABA?!

EN FAZİLETLİ MÜSLÜMAN, HAYATI BOYUNCA HAKKA SEBÂT EDEN, İSTİKRARLI BİR HAYAT YAŞAYIP, EMROLUNDUĞU GİBİ MÜSTAKÎM OLAN, HERKESE GÜZEL ÖRNEK OLARAK HAYATINI İDAME ETTİREN VE İMAN ÜZERE RABBİNE KAVUŞANDIR.

ÇIKARCILIK, MAKAM/MEVKİ HIRSI, PARA TUTKUSU, ŞÖHRET ARZUSU VE İTİBAR KAYGISI İNSANIN GÖZLERİNİ KÖR, KULAKLARINI SAĞIR VE KALPLERİNİ DE AKLEDEMEZ HALE GETİRİR!

Sadece İslâm ile doymayı bilseydik, dünya, dünyalıklar ve dünyacılar karşısında müstağni, onurlu ve vakur bir duruş sergilemeyi de başarabilirdik!

Para, mal, zenginlik, şöhret, makam ve itibar başımızı döndürmez ve kendisine kul köle yapamazdı! Ama nerede?! Tecrübe bir ilim ise, insanların hayat tecrübelerine bakın! Göreceksiniz ki, zaman değirmeni insanların çoğunu nasıl da öğütmektedir! Sonuçta çoğunun, bir zaman öyle, bir zaman da böyle olduğunu görmekteyiz!..

İnsanları tanımak istiyorsanız, hayatlarındaki bazı iyiliklere bakmayın, zira iyilik şöyle ya da böyle herkeste bulunur, insanların hayatlarındaki istikrara bakın!... İyilik yönünde ve doğruluk yolunda istikrarı ve sebatı yakalamış insan ne kadar da azdır! Dünyanın geçici ve fani güzellikleri insanları nasıl da döndürüyor, sarsıyor, evirip çeviriyor ve değiştiriyor değil mi?

İnsan hayatında, sâlih ameller istikametinde az da olsa devamlılık yani istikrarlılık en büyük hayır ise, kaçımız bunu yakaladık ve sonrasında koruyup sahiplendik dersiniz? İnsanın hasının, efdalinin ve ekreminin; hayatı boyunca meşru çizgideki istikrarına göre anlaşılması gerektiğini kabul edersek, kendimizi nereye koyacağız? Hiç düşünüyor muyuz? Hayırlar bakımından dün ne idik, şimdi neyiz? Hayat boyu ne kadar değişime ve bozulmaya uğradık?! İslâmî, îmânî ve ahlâkî değerlerimizi ne kadar koruyabildik? Ya da ne zaman ve ne ara onları yitirdik? Oysa asıl olan, hakta sebat değil miydi? Müslüman, değişen zamanla değişen, başkalaşan, özünden ve değerlerinden uzaklaşan değil; gelişen, ilerleyen, güzelleşen ve mükemmelleşen insan değil miydi? Müslüman, parmakla gösterilen nadide şahsiyet ve mümtaz kişilik değil miydi? Hani nerede?! Bunca Müslümana rağmen, güzelliklerin inciler, elmaslar gibi az sayıda olması anormal bir orantısızlık değil midir? Bunun nedeni, akîdede tahkîkten yoksunluk, amelde Nebevî ahlâktan habersizlik ve İslâm'a ittibâda samimiyet, sadakat ve ihlâs azlığı değil midir? Zaman bozuldukça bozulan, insanlar değiştikçe değişen, her dünyevî menfaat yolunu dönülmesi gereken bir köşe ve bir fırsat olarak gören bir karakter yapısını benimsedikçe, arzuların, nefsin ve şeytanın boyunduruğuna giren, bunun yanında, yeni yerler gördükçe, yeni insanlar tanıdıkça, yeni fikirlerle tanışıp kültürünü artırdıkça, modern araç ve gereçlere sahip oldukça ve lüks bir hayat yaşadıkça ilerlediğini sanan insanın zanları, kuruntuları, duyguları ve avuntuları Allah'ın irâdesi, hükmü ve rızâsı yanında ne değer ifade edebilir?!

43- ÜSLÛBU’L-HAKÎM:

Üslûbu’l-hakîm; İlm-i Belâğatta, muhâtaba ya da soru sorana beklemediği bir karşılıkla mukabelede bulunmak anlamına gelen bir terimdir. Kaynaklarda (الأسلوب الحكيم) “hikmetli üslûp” anlamında sıfat tamlaması olarak geçtiği gibi, (أسلوب الحكيم) “hakîmin üslûbu” anlamında isim tamlaması olarak da geçer.

Hikmetli üslûp; soru soranın beklemediği bir cevapla karşılaşması durumudur. Bu durumda muhâtabın sorusu başka bir soru konumunda kabul edilerek yani zihinde başka bir soruyla değiştirilerek, ona uygun düşenin ve onun için önem taşıyan sorunun cevabı verilir.

Yüce Rabbimiz buyurdu:

Sana hilâlleri soruyorlar. De ki: ‘Onlar, insanlar ve hac için vakit ölçüleridir.’” (Bakara: 189)

Âyette; hilâllerin ince iken aşama aşama büyüyerek dolgunlaşması ve zamanla yok olması şeklinde bilimsel gerçek hakkında soran kimselere, bilimsel seviyelerine uygun düşen ve onlar için önem taşıyan bir cevap verilmiştir. Bu, hikmetli bir cevap şeklidir. Çünkü hilâllerin bilimsel gerçeklerini anlama düzeyinden yoksun olan kimselere verilecek bilimsel bir cevap, onların fitneye düşmelerine yol açabilirdi.

Ayın görünüşü, hilâl iken büyüyüp dolunay olması ve konak yerleri her çağda insanların dikkatini çekmiş ve her devirde gizemini korumuştur. Ay ya da gök cisimleri hakkında bâtıl inançlara sahip milletler de hep olmuştur. Rasûlullah döneminde Arapların da, hilâller dikkatini çekmiş ve merak ettikleri bu konuda Peygamberimize soru sormuşlardır. Ama Rabbimiz, o dönemin Astronomi, bilim ve tekniği dikkate alındığında, onlara merak ettikleri ya da bekledikleri tarzda değil de, onların faydaları istikametinde bilmeleri gereken tarzda cevap vermesini Peygamberine vahyetmiştir. Kur’ân’ın üslûbu, insanların anlayabilecekleri şekilde cevaplar sunmaktır. Bir kimsenin sadece merak ettiği bir şeye yönelik cevap vermek her zaman hikmete uygun değildir. Hikmet, kendisiyle fayda elde edilen hitap ve cevaptır.

Bütün bunların yanında üslûbu’l-hakîm; muhâtabın baskısından kurtulmak ya da espri ve nükte yapmak maksadıyla da başvurulan bir anlatım biçimidir. Beklenmedik karşılıklar, muhâtabın dikkatini çeker, onun anlatılanlara ilgisini artırır ve konuya kendisini adapte etmesini sağlar.

Espri ve nükte amaçlı beklenmedik karşılık, bazen muhâtabın olumsuz sözünü iyiye yormak şeklinde gerçekleşir. Bu da kelime veya terkîbin ortak ya da hakîkî-mecâzî anlamlarından birine yönelmek suretiyle olur. Bu karşılık biçimi, muhâtabın iyiye yönelmesi ve ıslâhı için hikmetli bir ifade biçimidir. Bu üslûp karşısında bazen kötü anlamda konuşan muhâtap, kendisine beklemediği ama olumlu anlamda cevap ya da karşılık verildiğinde o karşılığı onaylar. Bu da onun hayrına olan hikmetli bir davranış biçimi olur.

Bazen de karşılık, muhâtabın iddiasına doğrudan cevap vermeden ve faydasız bir polemiğe girmeden gerçeği ortaya koyan bir üslupla olur. Kendilerini üstün, Müslümanları aşağı gören münâfıkların: “Eğer Medîne’ye dönersek, elbette ki en şerefli ve kuvvetli (aziz) olan, en hakir olanı oradan mutlaka çıkartacaktır” (Münâfıkûn, 8) şeklindeki sözlerine: “Hâlbuki şeref, üstünlük ve galibiyet (izzet) Allah’ındır, Rasûlü’nündür ve iman edenlerindir. Fakat münâfıklar bilmezler” (Münâfıkûn, 8) şeklinde karşılık verilmiştir. Özellikle ilim ve hikmetten yoksun toplumlarda düşüncesizce ortaya atılan iddia ve görüşlere karşı hakikatin ortaya konulduğu doğrudan cevap niteliğinde “hikmetli üslup” benimsenmesi gerekir.

44- EY PATRONLAR, İŞVERENLER, MÜDÜRLER!

NASIL OLSA BİRİ BU ÜCRETE ÇALIŞMAK ZORUNDA DİYE İNSANLARA ZULMETMEYİN!

İNSANLARIN HAKLARINI GÖZETMEK İŞBAŞINDA OLAN HERKESİN ASLÎ VAZİFELERİNDEN BİRİDİR!

"Bu paraya çalışmazsan, çalışacak çok. Azı bulamayan çoğu hiç bulamaz, bunu bulduğuna şükret" diyerek işçinin emeğini sömüren gözü aç işverenler!.. Geçinemeyecek kadar az ücret verip de işçine zulmedeceğine ve şükrünün az olmasına neden olacağına, adama yeteri kadar ücret ver de, çok şükretsin, şükrü bol olsun. İşçisinin hakkını yiyen hiçbir patron ve işveren sanmasın ki, o yedikleri kârdır, kazançtır. Asla! İnsanların çaresizliğini kullanmak, menfaate çevirmek zulümdür, kul hakkıdır. Normal şartlarda hakkâniye uygun olarak bir kimseye verilmesi gereken maaş bellidir. İsterseler ilim, adalet, insaf ve tecrübe ehli insanlara sorsunlar. Fakat kendi kafadarlarıyla uzlaşılarını istişâre sanmasınlar! Biraz insafı olan her insan aşağı yukarı aynı gerçeği söyleyecektir. Verilmesi gereken maaş miktarını vermeyip de adama "istemiyorsan çalışma, bu maaşa çalışacak binlerce insan var" diyenler, o kimsenin muhtaçlığını istismar ettiklerinde, yaptıkları açgözlülüğün icap ve kabulle olduğunu söylemesinler ve "işçinin rızası olmasa çalışmazdı" diye düşünmesinler! Sözlerinde sâdık iseler, kendileri de işçilerine verdikleri en düşün miktardaki veya orandaki maaş ile geçinsinler de görelim!.. Geçinmeleri mümkün değil! Hatta ailelerine geçimden gayri harcadıkları meblağ veya kendi nefsî arzuları istikametinde aylık şahsî harcamaları yahut da içiyorlarsa, aylık sigara (!) ücretleri veyahut da aylık israfları bile daha fazladır!! Unutulmasın ki Allah, mazlûm kulunun hakkını o zâlimden bir şekilde çıkarır. Bu nefsinden mi olur, ehlinden mi olur, malından mı olur ya da başka bir şeyden mi olur bilinmez... Fakat gerçek olan şu ki, o kimse sonra yaptığına bin pişman olur ama iş işten de geçmiş olur!..

45- KURBAN ETLERİNİN EVLERDE ÜÇ GÜNDEN FAZLA SAKLANMASI VE YENİLMESİ MESELESİ:

Hadîsleri sadece meâllerine göre ele alan kimseler, Hadîslerde kurban etlerini üç günden fazla saklamanın ve üç günden sonra yemenin yasaklığını beyan eden Hadîslerden hareketle, "kurbanlık etler evlerde üç günden fazla saklanmaz veya üç günden sonra yenmez, onların üç gün yeteceği kadarı hanede kalır diğer kısmı tasadduk edilir" diye kesin ifadeler kullanmaktadırlar. Bu sözlerin nedeni, Hadîs Usûlünü bilmemek ve Hadîsleri bütünlük içinde ele alıp, onların nasıl anlaşılması gerektiğini muhaddislerin açıklamalarından (kaynak eserlerden) öğrenmemektir. Hatta -Allah muhaddislere rahmet etsin- onlar, Hadîs kitaplarını öyle güzel tedvîn ve tasnîf etmişlerdir ki, Hadîsleri parçacı mantıkla -yani şuradan bir tane, oradan bir tane hesabıyla yarım yamalak- okumayan, aksine bir konuyu bütün boyutlarıyla öğrenmek isteyen herkesin Hadîsleri sadece “Kitâb” ve “Bâb” bütünlüğünde bile okusalar, büyük ölçüde mesele hakkında bilgilenecekleri, yanlış düşüncelerden ve yorumlardan sakınacakları ve metinlerden anlaşılmayan noktaların şerhe başvurularak öğrenilmesini sağlayacak, keyfî hükümler çıkartılmasını önleyecek bir üslup ve bir metod benimsemişlerdir. İşte bu meselede İmam Müslim rahımehullâh, Sahîh’ine: “İslâm’ın ilk zamanlarında üç günden sonra kurbanlık etlerini yemenin yasak olduğunun beyanı ile (bu konudaki beyanların) neshedilip dilediği zamana kadar (etlerini saklamanın) mubâh olduğunu beyan bâbı” adıyla bir başlık atmıştır. Bu başlık altında kurban etlerinin evlerde üç günden fazla saklanmasının ve yenmesinin yasaklığını beyan eden Hadîsleri (Müslim, Edâhî, 24, 25, 26, 27) zikrettikten sonra kurbanlık etlerin hem yenebileceği, hem saklanabileceği (azık edinilebileceğini) ve hem de tasadduk edilebileceğini beyan eden Hadîsleri zikretmeye başlamıştır (Müslim, Edâhî, 28, 29, 30, 31, 32, 33, 34, 35, 36, 37). En sonunda da, bu Hadîslerin te’lîf ve te'vîlleri sadedinde açıklamalar yapmıştır.

Üç günden fazla kurban etlerini alıkoymak ve onlardan yemek, ulemânın çoğuna göre mubâhtır. Bazıları ise bunu câiz görmemişlerdir. Azınlık âlimlere göre, kurbanlık etlerini üç günden fazla evlerde saklamanın haram olduğu da, mekrûh olduğu da savunulmuştur. Önceki Hadîslerin, -İmam Müslim'in dediği gibi- neshedildiğini söyleyenler de, bunun bir nesh olmadığını ilk başlarda haram kılmanın bir illet sebebiyle olduğunu ve o illet ortadan kalkınca haramlığın da ortadan kalktığını belirtenler de olmuştur. Önceki yasağın tahrîm yani haramlık bildirmek için değil, mekrûhluk için olduğunu söyleyenler de olmuştur. Bu kanaatte olanlar, bu mekrûhluğun bugün de devam ettiğini savunurlar. Allah daha iyi bilir, ilk Hadîslerdeki nehy, neshedildiği için haramlık da mekrûhluk da ortadan kalkmıştır. Dolayısıyla günümüzde üç günden fazla yetecek kadar/ihtiyaç kadar saklamak da dilediği zamana kadar yemek de mubâhtır.

Peygamberimiz, Hadîslerinde yasaklamanın illetine dair: “Ben ancak (o zaman dışarıdan) gelmiş bulunan misafirlerden ötürü bunu yasaklamıştım. Artık hem yiyebilir hem saklayabilir hem de tasadduk edebilirsiniz” (Müslim, Edâhî, 28) buyurmuştur. Bu, yasaklamanın illetidir. Bu illet ortadan kalkarsa, yasaklama da kalkar. Bu illet dönerse yasaklık yani kurban etlerinin üç günden fazla evlerde saklanması da yasak olur. Çünkü önemli olan, o etleri kendimiz için üç günden sonraya saklamak değil, o etleri misafirlerle birlikte yemektir. Kurbanın etlerinin ve kanlarının Allah’a ulaşmayacağı, kurban kesenlerin takvâlarının Allah’a ulaşacağı meâlindeki Âyete de bu yaklaşım uygundur. Bazı âlimler böyle yorumlamışlardır.

“Onların etleri de kanları da Allah’a ulaşmaz. Fakat sizden ona takvâ ulaşır…” (Hacc, 37)

28 numaralı Hadîste zikredilen illetle alâkalı olarak, dışarıdan gelen misafirlerin zayıf ve güçsüz bedevîler oldukları da söylenmiştir. Bu durumda kurbanlıkların üç günden fazla eller altında tutulamayacağının illeti, gelen misafirlerin zayıf ve güçsüz kimseler olmasını gerektirir. 

Kurbanlık etlerin üç günden fazla saklanmasının yasaklanmasını 28. Hadîs açıkça sona erdirmiştir. O yasaklama; belirli bir dönemi kapsayacak şekilde -ekonomik durumları ne olursa olsun- mutlak anlamda Medîne’ye dışarıdan gelen misafirler sebebiyle geçerli olmuştur. Daha sonra da o yasak, ortadan kaldırılmıştır.

Çoluk çocuğu fazla olanlarla alâkalı da Peygamberimiz ruhsat vermiştir. Hadîslerde geçen ilk baştaki yasaklamalar çoluk çocuğu, çalışanları, hizmetlileri vs. fazla sayıda olanları kapsamaz. “(Bazıları) Rasûlullah’a çoluk çocuklarının, taraftarlarının ve kendilerine hizmet edenlerin çokluğundan şikâyet ettiler. Bunun üzerine Allah Rasûlü: 'Yeyin, yedirin ve alıkoyun -ya da saklayın-' buyurdu.“ (Müslim, Edâhî, 33) 

Kurban etlerinden, “ondan bir kısım” denilecek kadarının sadaka olarak verilmesi gerekir. Yani "luhûmu'l-edâhî" (kurbanlık etleri)nden bir parça tasadduk edilmelidir. Allah en iyi bilendir.

46- CEHENNEM:

1- “Cehennem ateşi bin yıl yakıldı, kıpkırmızı oldu. Sonra bin yıl daha yakıldı, bembeyaz oldu. Sonra bin yıl daha yakıldı, simsiyah oldu. Şimdi o siyah ve karanlıktır.” (Tirmizî, Cehennem, 8)

أُوقِدَ عَلَى النَّارِ أَلْفَ سَنَةٍ حَتَّى احْمَرَّتْ ثُمَّ أُوقِدَ عَلَيْهَا أَلْفَ سَنَةٍ حَتَّى ابْيَضَّتْ ثُمَّ أُوقِدَ عَلَيْهَا أَلْفَ سَنَةٍ حَتَّى اسْوَدَّتْ فَهِيَ سَوْدَاءُ مُظْلِمَةٌ

2- Ebû Hüreyre’den rivâyete göre, Rasûlullah aleyhisselâm:

“Sizin (şu dünya) ateşiniz cehennem ateşinin yetmiş parçasından bir parçadır” buyurdu. Sahâbîler tarafından: “Yâ Rasûlallah, elbette dünya ateşi kâfî idi” denildi. Rasûlullah: “Cehennem ateşi dünya ateşleri üzerine altmış dokuz cüz daha üstün kılındı. Bunlardan her birinin sıcaklığı bütün dünya ateşinin sıcaklığı gibidir” buyurdu. (Buhârî, Bed’u’l-Halk, 10)

نَارُكُمْ جُزْءٌ مِنْ سَبْعِينَ جُزْءًا مِنْ نَارِ جَهَنَّمَ‏‏ قِيلَ يَا رَسُولَ اللَّهِ إِنْ كَانَتْ لَكَافِيَةً‏ قَالَ فُضِّلَتْ عَلَيْهِنَّ بِتِسْعَةٍ وَسِتِّينَ جُزْءًا كُلُّهُنَّ مِثْلُ حَرِّهَا

3- Ebû Hüreyre’den rivâyete göre Nebî aleyhisselâm:

“Âdemoğlunun yaktığı bu sizin ateşiniz cehennem sıcağından yetmiş bölümden bir bölümdür” buyurdu. Ashâb: “Allah’a yemin olsun ki, bu dahi yeterli idi, ey Allah’ın Rasûlü” deyince, o: “Gerçekten o bunun üzerine her birisi onun kadar sıcak olmak üzere altmış dokuz cüz üstün kılınmıştır” buyurdu. (Müslim, Cennet, 30)

نَارُكُمْ هَذِهِ الَّتِى تُوقِدُ اِبْنُ آدَمَ جُزْءٌ مِنْ سَبْعِينَ جُزْءًا مِنْ حَرِّ جَهَنَّمَ قَالُوا وَاللَّهِ إنْ كَانَتْ لَكَافِيَةً يَا رَسُولَ اللَّهِ قَالَ فَإنَّهَا فُضِّلَتْ عَلَيّهَا بِتِسْعَةٍ وَسِتِّينَ جُزْءًا كُلّهَا مِثْلُ حَرِّهَا

4- “Sizin bu ateşiniz cehennem ateşinin yetmiş parçasından bir parçadır. Bunlardan her bir parça dünya sıcağına/ateşine denktir.” (Tirmizî, Cehennem, 7)

نَارُكُمْ هَذِهِ جُزْءٌ مِنْ سَبْعِينَ جُزْءًا مِنْ نَارِ جَهَنَّمَ لِكُلِّ جُزْءٍ مِنْهَا حَرُّهَا

5- “Cehennem ateşini kuşatan surun dört (ayrı) duvarı vardır. Her duvarın kalınlığı kırk yıllık yürüme mesafesi kadardır.” (Tirmizî, Cehennem, 4)

لِسُرَادِقِ النَّارِ أرْبَعَةُ جُدُرٍ كِثَفُ كُلِّ جِدَارٍ مِثْلُ مَسِيرَةِ أرْبَعِينَ سَنَةً

6- Rasûlullah aleyhisselâm: “O gün cehennem yetmiş bin dizgini ve her bir dizgin ile birlikte onu çeken yetmiş bin melek bulunduğu halde getirilecektir” buyurdu. (Müslim, Cennet, 29)

يُؤْتَى بِجَهَنَّمَ يَوْمَئِذٍ لَهَا سَبْعُونَ أَلْفَ زِمَامٍ مَعَ كُلِّ زِمَامٍ سَبْعُونَ أَلْفَ مَلَكٍ يَجُرُّونَهَا

47- “BEŞ DAKİKALIK İŞ!”

"Beş dakikalık iş" tabiri vardır ya, istisnâî ve özel durumlar dışında hiçbir iş, hiçbir meşgale ve hiçbir uğraş beş dakikada bitmez. Çünkü adı üstünde meşgaledir, uğraştır, iştir, güçtür, çabadır, çalışmadır, emektir, efordur... Bunlar beş dakikada nasıl nihâyete erdirilebilir, sonuçlanabilir. Önemsenen, özenle ve titizlikle yapılan her işin ihsân ile ve güzellikle, mükemmelen bitirilmesi için belli bir zaman süreci vardır. Bu zaman, şu kadardır ya da bu kadardır. Ama peşinen "beş dakika" değildir! Bugün halkın örfünde "beş dakikalık iş" denildiği zaman, işe gereken ihtimamın gösterilmeyeceği anlaşılmaktadır ve "aman ha, dikkat et, elinden geleni yap..." gibi ek cümlelerle işin geçiştirilmemesi rica edilmektedir. Beş dakikada işlerin üstesinden gelme söylemi ve iddiası, başkalarına yalan söylemeye ve verilen sözleri zamanında yerine getirmeyip, insanları mağdur etmeye neden olmaktadır. "Bu işin nesi var canım, beş dakikalık iş" diyor adam. Beş dakikalık iş ise, kendin yapsana!.. Yalan söyleyerek iş sahibini motive edeceğine, tâbir-i câizse, gaz vereceğine!.. Bu cümleleri, iş, güç ve emek sahibi kimseler, yaptığı işin hakkını verenler asla kabul etmezler ve söylemezler de. Zira işin küçüğü büyüğü olmaz; iş iştir. Meşru olması kâfîdir. Ve her iş belli bir çalışma ve çaba ister. Bu çabanın da vakit cinsinden bir karşılığı vardır. Kısa zamanda bitirilen işler dahi, tekrar gözden geçirmelerle ek süreler ve ek çalışmalar isterler. İşin kolaylığı ya da zorluğu ile kolay olan işin beş dakikada bitmesi gerektiği noktasındaki abartı ayrı ayrı şeylerdir. Asılsız her söz için mübalağa, kinaye ve tevriye kılıfı ve elbisesi biçerek her durumda dört ayaküstüne düşmek de hakkâniyet değerleriyle örtüşmez! Hak ne ise odur! Usûl ve üslupta hakikat ile mecâzı bu kadar birbirine girdirmeye gerek yoktur. Yoksa doğru ile yanlış karışır. Kafalar da karışır, işler karmakarışık bir hâl alır. İnsan, sıkışınca da "ben öyle demek istememiştim" diye mazeret öne sürer. Sorumluluk sahibi olmamız gerekir, sözlerimize dikkat edip, insanları mağdur etmemeliyiz. " Sorumluluktan kaçıp, mazeret öne sürmek, suç i’tirâfıdır." Tembellik ve lakaytlıktan dolayı, insanları mağdur ettikten sonra nasıl bir mazeret uydurayım diye bahanelerin arkasına sığınmamalıyız! Bahaneciliği bırakmalıyız! İşine bakmayan, bahanelere bakar!.. Lafını, sözünü düşünmeden söyleyen, insanlara gelişigüzel söz veren kimse sık sık yalancı durumuna düşer!.. Yalan söyleyeme devam edenler, kötülüklere koşarlar ve bir zaman sonra -Allah katında- “kezzâb” yani çok yalan söyleyen kimselerden yazılırlar ve sonuçta cehenneme giderler! Yalan, bütün kötülüklerin anasıdır. Müslüman belli oranda korkak olabilir, cimri de olabilir ama yalancı olamaz, yalan söyleyemez, söylememelidir… Zira yalanın câiz olan bir oranı yani beyazı, pembesi, masumu ve küçüğü olmaz!

Etiket: Yalansız insan, yalansız söz, yalansız toplum.

48- MÜ’MİN BİR/AYNI DELİKTEN İKİ KEZ ISIRILMAZ, ISIRILMAMALI, AYNI KONUDA İKİ KEZ ALDATILAMAZ, ALDATILMAMALI!

Ebû Hüreyre’den rivâyet edildiğine göre, Nebî aleyhisselâm şöyle buyurdu:

لاَ يُلْدَغُ الْمُؤْمِنُ مِنْ جُحْرٍ وَاحِدٍ مَرَّتَيْنِ

"Mü'min bir delikten iki defa ısırılmaz (sokulmaz)." (Buhârî, Edeb, 83, No: 6133; Müslim, Zühd, 63, No: 2998)

Bu Hadîs’te kastedilen aldanışın dünya işlerinde değil de âhiret işlerinde olduğu söylenilmiştir. Âhirete önem ve öncelik veren, âhiret için çalışan, asıl menzile giderken, dünyayı, bir vasıta, bir köprü, bir konaklama yeri, bir ağaç altı ve âhiretin tarlası gören bir mü’minin dünya işinde aldatılma ihtimali vardır. Mü’min, hayırlı düşüncelerle, merhametinden ve iyi niyetlerinden dolayı dünyada geçici anlamda ve sık sık gerçekleşmeyecek biçimde zarar görebilir. Ama bunlar, âhiret yanında bir zarar değil, belki de kazançtır.

Peygamberimizin: "Mü'min bir delikten iki defa ısırılmaz" buyruğu haber cümlesidir; inşâî bir anlam ifade eder. Yani “mü'min bir delikten iki defa ısırılmamalı" demektir.

Bu Hadîs, başta âhiret hususları olmak üzere, dünya işlerinde de, bir defa zarar gören, yanlış yapan bir mü’minin, ikinci defa aynı yanlışa düşmemesi ve aynı zarara uğramaması gerektiğini haber vermektedir.

Zeki, dikkatli ve uyanık olmak, imanın mükemmelliğindendir. Mü’min firâset, basîret ve dirâyet sahibidir. Olgun iman sahipleri dinleri hususunda tekrar tekrar aldatılmazlar. Akıllı ve kararlı olan mü’min, herhangi bir şekilde gafil avlanmayan, tekrar tekrar aldatılmayan, aldatılmış olduğunun da farkına varmayan kimse değildir. Kendisi bir konuda olumsuzluk yaşamasa dahi, o konuda aldatılmaz. Zira mü’min hayata ve çevresine ibret nazarıyla bakar, gördüklerinden dersler çıkartır. Başkalarının düştüğü hatalardan sakınır.

Cehâlet, gaflet ve dalâlet ile hareket eden kimseler sık sık aldanmaya, yanlışlar yapmaya ve istikrârsız bir hayat yaşamaya mahkûm olurlar. Gerçek anlamda ilim sahipleri ve tahkîkî imana sahip olgun mü’minler bir yanlışla karşılaştıkları anda -Allah’ın izniyle- onun bir hayır olmadığını hemen anlarlar ve uzak dururlar. Fakat ilim ve iman ile yol almada sendeleyen, -iyi ya da insancıl bir niyetle de olsa- zaman zaman nefislerine uyan kimselere gelince; onlar, duygularına, hislerine, heveslerine, heyecanlarına, arzularına, hayallerine ve beklentilerine uyarlar ve güzel/hayırlı sonuçlar umudu içinde yanlış adımlar atmada cesur ve cür’etkâr davranırlar. Sabırsızlık, acelecilik ve hayalcilik insanların hayatları boyunca tekrar tekrar yanlışlar yapmalarına neden olur. Bu sıfât-ı mezmûmeyi terk etmedikçe de, insana nasihat fayda sağlamaz. Bu şekilde olumsuz bir kişilik yapısını benimseyenler istişâre etmezler; etseler de, -Allah ve Rasûlünün dediklerine tam mânâsıyla teslim olmak yerine- yine bildiklerini yaparlar. Bu durum da, insanları, aynı yanlışları, aynı aldanışları ve aynı zararları tekrar tekrar tecrübe etmeye ve yaşanılanlardan da ibret alamamaya sevk eder. Bundan daha büyük bir felâket olur mu? Maalesef ki, insanların -hassâten de mü’minlerin- genel durumu şu an budur!

Rabbim, insanlığa hidâyet, şuur ve selâmet nasip eylesin. Başta şeytan ve nefis olmak üzere, tüm aldatıcıların şerlerinden muhâfaza buyursun. Âmîn.

49- ELEKTRİK VS. KAÇIRMAK KUL HAKKINA GİRMEKTİR, GÜNAHTIR VE ZULÜMDÜR!

Kaçak elektrik, kaçak su, kaçak doğalgaz ve kaçak internet kullanmak günahtır, zulümdür ve kul hakkıdır. Başkasının münker işler yapması, o ameli meşrulaştırmaz, "herkes yapıyor" tarzında bâtıl bahaneler de insanların haklarını gasp etmeyi câiz hale getirmez! Kul hakkını ihlâl etmek, şirkten sonra en büyük günahtır. Bu münker fiilde, kullara yönelik bir zulüm vardır ki, insanlara zulmetmek ve onların hukukunu çiğnemek kul hakkını gerektirir. Hiçbir ma'rûf amel de, hayatta iken telâfi edilmedikçe, kul hakkını affettirmez. Şehîd olunsa dahi, borçları ve kul hakları silinmez. Fakat Allah, şehîdlerden râzı olduğu için, onların üzerindeki haklara ve borçlara kefil olup, alacaklılarını bir şekilde râzı edecektir, inşâAllah. Bu sonuca işâret eden Nasslar vardır. Çünkü şehîdlere doğrudan cennet va'dedilmektedir; onların “ölüler” değil, “diriler” oldukları ve Rabbleri katında rızıklandırıldıkları bildirilmektedir. Şehîd olmak, bir kulun borçları ve kul hakları dışındaki tüm günahlarına keffâret olsa da, Rabbimizin, kıyâmet günü şehîdlere "hısâb-ı yesîr" ve "arz etme" (sunma, gösterme ve sonradan affetme) biçiminde borçlarının ve kul haklarının hesabını sorması ve alacaklılarıyla helâlleştirmesi biçiminde bir sorgunun olması da muhtemeldir. Zira Hadisler, şehîdin tüm günahlarının affedileceğini beyan ederken, borçlarını istisnâ etmektedir. (Bkz: Müslim, Cihâd, 117, 118, 119, 120) Bilindiği gibi, A’râf Sûresinin 6. Âyetinde: “Andolsun kendilerine peygamber gönderilenlere de soracağız, gönderilen peygamberlere de soracağız” buyurulmaktadır. Ayrıca Mâide: 109-120 arası Âyetleri de okuyun. Allah, öyle âdildir ki, bütün peygamberleri ve kavimlerini sorguya çekiyor. Şehîdlerin de kullara taalluk eden borçlarından dolayı sorgulanması gayet normaldir. Keyfiyyetini en iyi Allah bilir. Diğer insanlara gelince; zulmettikleri kimseler, haklarını helâl etmedikleri sürece, Allah da o zulmedenleri bağışlamaz, kendilerine, suçlarına uygun cezalar verir, onları azaplandırır. Netice olarak; haksız yere elektrik vs. kullanılması zulümdür. Kaçak kullanımların abonelere pay edilerek, değişik kalemler altında onlardan bu kayıp (!) yani çalıntı enerji miktarlarının tahsil edilmesi de zulümdür. Bu zulme sebep olmak da zulümdür. Bir münker ile müsebbib olunan münkerden, sebep olan da mes'ûldür. O münkeri işleyenin günahından hiçbir şey eksiltilmeksizin, müsebbibe de o günahın bir misli yazılır. Zira bir şerre, kötülüğe sebep olan onu yapan gibidir. Konunun böylesi korkunç bir yönü de bulunmaktadır. Bir de şunu sormamız gerekir: Günümüz teknolojisinde kaçak kullanımların tespiti o kadar mı zordur?! Aslında hakkaniyete uygun davranış şudur: Hangi mahallede, semtte, mahalde ne kadar kaçak elektrik vs. kullanılıyorsa bunların tespit edilip, bu gayr-i İslâmî ve gayr-i ahlâkî fiillerin önüne geçmektir. Bir mıntıkada bu kişiler ya birkaç kişidir ya da herkestir! Zor değil yani bunu tespit etmek! Atomun parçalandığı bu çağda bu problemi çözmek bu kadar güç olmasa gerektir! "Nasıl olsa, biz dağıttığımız enerjilerin ve hizmetlerin ücretini bir şekilde tahsil ediyoruz" diye düşünmek asla câiz değildir. Bu durumda, elektrik kaçıranların kullandıkları enerjilerin bedeli, dürüst insanlara fatura edilmiş olmaktadır. Bu davranış da âdil bir uygulama değildir, bu davranışa sebep olmak da!.. Nefsimize uymayalım, fani dünyanın üç kuruşluk haksız çıkarına değmez! Unutulmasın ki, ölüm var, kıyâmet var, âhiret var, hesap var, mîzân var ve cehennem var... Duyarlılık lütfen!...

50- YAHÛDÎLERİN DİNİNİN TEMELİNİ, KENDİLERİNDEN OLMAYANLAR HAKKINDA ALEYHLERİNE BİR MESULİYETİN VE BİR VEBALİN OLMADIĞINA İNANARAK DİĞER İNSANLARA ZULMETMEK OLUŞTURUR. MÜSLÜMAN OLDUĞUNU SÖYLEYEN BİR KİMSENİN: “ÜMMİLER HAKKINDA ALEYHİMİZE BİR YOL YOKTUR” DİYEREK BAŞKALARINA HAKSIZLIK ETMEYİ MEŞRULAŞTIRMAYA ÇALIŞMASI AÇIKCA YAHÛDÎLEŞME TEMAYÜLÜDÜR, BELKİ DE YAHÛDÎLEŞMENİN BİZZAT KENDİSİDİR. HER MÜSLÜMANIN, ÂL-İ İMRÂN SÛRESİNİN 75. ÂYETİNİ ÇOK İYİ ANLAMASI GEREKİR. AKSİ TAKDİRDE, CEHÂLETİ SEBEBİYLE, YAHÛDÎ VE HRİSTİYANLARIN BÂTIL YOLLARINI KARIŞ KARIŞ, ARŞIN ARŞIN İZLEMEK DURUMUNDA KALIR.

ÖNCE MEZKÛR ÂYET-İ KERÎME’Yİ OKUYALIM, SONRA DA ÂYETİN TEFSÎRİ HAKKINDA SÖZÜ İMAM MEVDÛDÎ RAHIMEHULLÂH’A BIRAKALIM:

“Kitap ehlinden öyle kimseler vardır ki, sen ona bir kantar (altın) emanet etsen onu sana eksiksiz öder. Yine onlardan öyle kimseler vardır ki, ona tek bir altın emanet etsen sen onu ısrarla istemedikçe (tepesine dikilip durmadıkça) onu sana ödemez. Bunun sebebi, onların: ‘Ümmiler (Yahûdî olmayanlar, Araplar, İsrâîloğullarından olmayanlar) hakkında aleyhimize bir yol yoktur (Ümmilere karşı yaptıklarımızdan dolayı bize bir vebal yoktur)’ demeleridir. Onlar bildikleri halde Allah’a yalan söylerler.” (Âl-i İmrân: 75)

“Yani, "Onlardan sadece Yahûdîlerle olan ilişkilerinde adaletli olmaları isteniyor ve Yahûdî olmayan birinin mülkünü gasp etmekte bir beis görülmüyordu. Bu inanç sadece cahil Yahûdî yığınları arasında yaygın değildi. Bilâkis bütün dinî sistem, İsrâîlliler ve İsrâîlli olmayanlarla kurulan ilişkilerde tamamen farklı davranmaya müsaade edecek bir şekilde yoğrulmuştu. Onların ahlâkî değerleri belli bir tür davranışı İsrâîloğulları'ndan birine karşı yapmayı yasaklıyor, fakat Yahûdî olmayan birine karşı o şekilde davranmaya izin veriyordu. Aynı şey bir İsrâîlli için doğru oluyor; fakat İsrâîlli olmayan biri için ise yanlış kabul ediliyordu. Örneğin Kitab-ı Mukaddes şöyle der: "Her yedi yılın sonunda... komşusuna bir şey ödünç veren kişi onu bağışlasın...", fakat "eğer bir yabancı(ya borç vermiş) iseniz onu geri isteyebilirsiniz." (Tesniye, 15;1-3). Başka bir yerde de tefecilikle (fâiz) ilgili kanun şu şekilde ifade edilmiştir: "Bir yabancıya fâizle borç verebilirsiniz, fakat kardeşinize fâizle borç vermemelisiniz." (Tesniye, 23;20). "Eğer bir adam İsrâîloğulları'ndan birinin bir şeyini çalsa, onunla ticaret yapsa veya onu satsa, bu kişi öldürülür." (Tesniye, 24:7). Talmud'da denilmektedir ki: "Şayet bir İsrâîlli'nin boğasını İsrâîlli olmayan bir kimsenin boğası yaralarsa, İsrâîlli'ye tazminat vermek zorundadır. Eğer İsrâîlli'nin boğası İsrâîlli olmayanın boğasını yaralarsa, İsrâîlli tazminat vermek zorunda değildir. Bir kimse kaybolmuş bir şey bulursa ve bulduğu şey İsrâîllilerin yerleşim bölgesindeyse, bulduğu şeyi sahibine vermek için ilân etsin. Şayet, İsrâîlli olmayanların bölgesinde bulunmuşsa, ilân etmeye gerek yoktur. İsmâîl'in Rabbi diyor ki: Eğer bir ümmi ile bir İsrâîlli arasında anlaşmazlık çıkmışsa, mahkemedeki hâkim, kardeşinin lehine bitmesi için uğraşsın. Mümkün değilse ümmilerin kanunlarına göre, kardeşinin lehine bir sonuç almaya çalışsın. Ve "Bu sizin kanununuza göredir" desin. Her iki kanundan da yararlanamıyorsa, hangi yolla olursa olsun, İsrâîlli kardeşini kazandırsın. İsmâîl'in Rabbi, "İsrâîlli olmayanların zaaflarından yararlanın" diyor." (Talmudic Mıscelleny. Paul İsaac Hershum. 1880, London. S: 37, 210-221).” (Tefhîmu’l Kur’ân, C: 1, S: 271)

Yukarıdaki açıklamalar, İslâm ümmetinin "vasat ümmet" ve "şâhid ümmet" olduğu gerçeğini ve dolayısıyla da Bakara Sûresinin 143. Âyetini hatıra getiriyor. "İşte böylece bütün insanlara karşı şâhidler olmanız ve bu Peygamberin de size karşı şâhid olması için, Biz sizi vasat (adâletli, hayırlı, ifrât ve tefrîtten uzak, dengeli, denge unsuru) bir ümmet kıldık." (Bakara: 143) Adâlet vasfını kaybeden insanlar vasatlığı da yitirirler; ifrât ve tefrît'e kayarlar. Aynen Yahûdîler ve Hristiyanlar gibi. Irkçılık, fırkacılık, iltimas, zulüm, fâiz ve tefecilik, ahlâksızlık, çifte standartlı davranış biçimleri, haram ve rüşvet yeme vs. münkerler ortaya çıkar. Şâhid ümmet ise, vahye ve hakka uyar, nefisleri istikâmetinde insanlara haksızlık etmek için yol aramaz. Kâbe nasıl ki arzın tam ortasında ise, Rabbimiz İslâm ümmetini de vasat (orta) bir ümmet kılmıştır. Bakara Sûresinin tam ortasında olan 143. Âyette bu gerçeği bize haber verirken, hem Müslümanların vasat ve şâhid ümmet olmaları gerçeğine sarâhaten, hem de Kâbe’nin arzın tam orta yerinde olduğuna işâret ve nükte yoluyla temas etmiştir. Evet, bu fazilet, dünyada insanlara nasip olan en büyük şereftir. Fakat ona layık olunup olunmaması da ayrı bir yöndür! Müslümanım diyen bir kimse, diğer ümmetlerden kendisini farklı ve üstün kılan değerlerini öğrenmek ve kuşanmak zorundadır. Aksi takdirde önce yaşamış ve helâki hak etmiş toplumların münker fiillerinden kendilerini tam olarak sıyıramaz. Müslüman; o güzel akîdesiyle, tertemiz ahlâkıyla, adâletiyle, hakkâniyetiyle, ölçülü kişiliğiyle, parmakla gösterilecek ölçüde temayüz etmiş dürüstlüğüyle, doğruluğuyla, hikmetiyle, ilim, akıl ve tecrübelerden en üst düzeyde yararlanmasıyla, istikrarıyla, sebatıyla, “ayırıcı değil, birleştirici”, “birbirine düşürücü değil, uzlaştırıcı”, “yıkıcı değil, yapıcı” davranış biçimiyle, güler yüzü, güzel sözü, merhameti, şefkati, temiz kalbi ve iyi niyetiyle tüm insanlığın özlediği ve beklediği, âdeta “insanlığın” görüntülü örneği olan bir mü’min olmalıdır. Böylesine dengeli olabilen bir Müslümana tüm dünya hayran kalırken, Âlemlerin Rabbi de kendisinden râzı olur. Allah öyle bir “insan” yaratmayı dilemiş ve onu öylesine muazzam ikramlarla, lütuflarla ve nimetlerle donatmıştır ki, o donanıma uygun yaşamayı başarabilen, kendi gerçeğinin farkına varabilen kimse, kelimenin tam anlamıyla melekleşir… Melekler irâdeleri yokken, İlâhî emirlere âmâde olurlarken; insan, irâde, ihtiyâr ve belli orandaki iktidarına ve bunca nimetler emrine musahhar kılınmış olmasına rağmen, kendini kaybetmez, başı dönmez, bâtıl yollara tevessül etmez, Allah’ın râzı olduğu bir yola girer ve o yolun müntesibi yani Ehl-i Hakk olur. Bunun karşılığı da önce Allah’ın rızâsı, rahmeti, sonra cennet ve nimetleri, nimetlerin en büyüğü de Allah’ı görmektir. Rabbim, nasip etsin.

51- ALLAH’IN İLK EMRİ NEDİR?

Allah’ın ilk emri nedir?

“(Onu da bilmeyecek ne var ki), OKU!” mu diyorsunuz?

Onu da bilmeyecek ne var ki, öyle mi?

MâşâAllah, çok bilgilisiniz!

Acaba bilgi/ilim nedir?

Kuru ve soyut ma’lûmâtlar bilgi midir?

Gereğiyle amel edilmeyen ezberler, insanı takvâya ulaştırmayan, vahiy istikametinde yeniden yapılandırmayan, formatlamayan, kullara kulluğun esaretinden kurtarıp sadece Allah’a kul yapmayan öğretiler, faraziyeler, nazariyeler, felsefeler, doktrinler, ümniyyeler, zanlar, vehimler “ilim” midir?

İlim; insanı bilinçlendiren, şekillendiren, içini ve dışını güzelleştiren bir değer ve bir fazilet değil midir?

İlim; karanlık yollarda, dehlizlerde, labirentlerde, yol ayrımlarında, ıssız yerlerde, çöllerde, ormanlarda, geçit vermeyen dağlarda, çıkmazlarda, çelişkilerde, ihtilâflarda, kalabalıklarda ve yalnızlıkta yol ışığı, yol işâreti ve doğruluk kılavuzu değil midir?

Allah’ın vahyettiği ilk emrin “OKU!” olduğunun farkında olup da, okumamak “bilgi” midir?

Hakkı verilmeyen ilmî ve fikrî birikimler, insan için fazilet midir yoksa sırtında bir kambur ve kıymetini bilmediği, taşımaktan harap olduğu bir yük müdür?

Kalbe, kavle, amele, ahlâka, davranış biçimlerine ve sülûke/hayatta tutulan yola tesiri olmayan okumalar “ilim” midir?

İslâm; okuma, okul, medrese, eğitim, öğretim, talebe, müderris, mürebbî, irşâd, mürşid, edeb, hayâ, ahlâk, bilim, fen, sanat, zanaat, teknik, teknoloji medeniyeti değil midir?

İslâm; Allah’tan gelenleri okuyarak yücelme ve muhteşem medeniyetler inşâ etme sistemi ve yaşam biçimi değil midir?

Kur’ân’dan ve Sünnet’ten kopuk medeniyetler ancak soyut, fânî ve yüzeysel, kabuk bilgilerle avunma ve aldanma, öze ve öz değerlere inememe, zanna, kuruntulara, hevâ ve heveslere uyarken Allah’a isyan etme deniyyetleri yani “mîmsiz (Allah’a secdesiz) medeniyetler” değil midir?

Şimdi sorumuza gelelim.

“Sordunuz ya!” mı diyorsunuz?

O (asıl) soru değildi; o, Allah’ın ilk emri idi.

Soruyoruz:

Allah’ın ilk emri “OKU!” olduğuna göre; “Sen okudun mu?”

Neyi mi?

Allah, “OKU!” diye vahyine başlamışsa, ilk emri, ilk buyruğu “OKU!” olmuşsa, sence neyi okumak gerekir?

İlk yapılacak ve en çok önem verilecek şey; ferdî ve toplumsal ilişkilerin ve medeniyetlerin üzerine inşâ edileceği değer ve görev "OKUMAK”tır. Hiç şüphesiz İslâm, ilim medeniyetidir.

“OKU!” diyen Âlemlerin Rabbi Yüce Allah, öncelikle gönderdiği Kur’ân’ını okumamızı istemektedir. Okumaktan kasıt; "VAHYİ OKUMAK" ve "VAHYE GÖRE OKUMAK"tır.

O halde sorumuzu yineliyoruz:

Allah’ın ilk emrinin “OKU!” olduğunun bilgisine sahip olan ey insan! “SEN KUR’ÂN-I KERÎM’İ OKUDUN MU?”

Kur’ân’ı okuyup, anlamaya çalıştın mı?

“KUR’ÂN’I ÖĞRENMEK VE ÖĞRETMEK”; onu anlamak ve anlatmak için hayatının en önemli ve en öncelikli program maddesi oldu mu?

“OKU!” Emr-i İlâhî’sinin mûcibi olarak Kur’ân’a uygun bir hayat yaşıyor musun?

Allah’ın emrinden gâfilsen, söyler misin, sen ne okuyorsun  ve neyi biliyorsun?!

Yaratan Rabbinin adıyla, O’ndan gelen vahiy hakikatlerini okumuyorsan, bu bir felâkettir ve bil ki, kendini savunmak adına öne süreceğin her sözün adı “bahane”dir, o bahaneler de hiçbir fayda sağlamaz ancak sahibini haktan uzaklaştırıcı nitelik taşır! Unutmayalım ki; "(Allah'tan gelen) ilk emir 'oku!' olduğu zaman; (sana sorulacak) ilk sual 'okudun mu?' olur."

Not: Kur'ân-ı Kerîm'i tamamen okumadığı halde; bu yazımızı okuduktan sonra da Kur'ân'ı metninden, meâlinden ve tefsîrinden bir bütünlük içinde baştan sona yavaş yavaş, dura dura, düşüne düşüne, düşündüre düşündüre, anlamaya çalışarak ve notlar tutarak okuyup hatmetmeyen kimse, yazımızdan gerçek anlamda istifade etmemiş demektir! Bakıp da geçme; oku!.. Bil ki, bir gün bu dünya da geçer!..

52- TOKALAŞMA, KUCAKLAŞMA VE İCTİHÂDÎ KONULARA DAİR:

Halk arasında “müsâfaha” olarak bilinen, oysa gerçekte adı “muânaka” olan davranış biçimi öteden beri örfte önce sağ sonra da sol olmak üzere boyunları bir araya getirerek sarılmak şeklindedir. Müsâfaha tokalaşma, muânaka da kucaklaşma anlamına gelir; her ikisi de Sünnettir. Tokalaşma hayatın her alanında yaygın olarak uygulanan bir Sünnettir, kucaklaşma ise yaygın bir uygulama değil, bazı özel durumlarla sınırlıdır.

Tokalaşırken avuç içlerinin birbirine değmesi gerekir. Tokalaşma iki elle de yapılabilir. Kucaklaşma ise, uzun yoldan gelen biri ve uzun zamandır göremediğimiz kimseler dışında herkesle sık sık tekrarlanmaz. Devamlı görüştüğümüz kimselerle sadece tokalaşırız. Muânaka (kucaklaşma), Rasûlullah’ın genel âdeti değildi, bazı özel durumlarda kucaklaşmıştır. Muânaka da boyunlar bir araya gelirken, haliyle baş ve yüzler de birbirine değer. Ama yüzlerden öpülmez. Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’e göre erkeklerin muânaka yaparlarken yüzlerinden öpmeleri mekrûh’tur. İmam Yûsuf’a göre ise mekrûh değildir; ama Hanefî mezhebinde mekrûh olduğu istikamette fetvâ verilir. Yüz öpme konusunda, bazı âlimler, eğer yüzü öpülen kimse, âlim ya da takvâ sahibi biri ise, bunda mahzûr olmadığını söylemişlerdir. Kadınların da kendi aralarında musâfaha yapmaları Sünnettir. Onların da birbirlerinin yüzlerini öpmeleri mekrûh’tur. Yüz öpme alışkanlığı kadınlar arasında çok yaygındır. Özellikle kadınlar, bir araya geldiklerinde ve ayrılırlarken birbirlerine sarılıp, yüzlerinden öpmeyi alışkanlık haline getirmişlerdir. Bunun Sünnette yeri yoktur, sakınmak gerekir.

Şunlara da dikkat edilmesi gerekir: Elin ucuyla tokalaşmamak, tokalaşma esnasında yüzü başka tarafa çevirmemek ve karşıdaki kimse elini çekmeden aniden eli çekmemek. Bunlar, musâfaha yapılırken en çok ihmal edilen şeylerdir.

Enes b. Mâlik’ten rivâyete göre, o şöyle demiştir:

“Rasûlullah aleyhisselâm, bir kimseyle karşılaşınca onunla tokalaşır, o kimse elini bırakmadan elini ondan çekmezdi, o kimse yüzünü çevirmeden Rasûlullah da yüzünü ondan çevirmezdi. Rasûlullah’ın, beraber oturduğu bir kimsenin önüne ayaklarını uzattığı görülmemiştir.” (Tirmizî, Kıyâmet, 46)

Diğer bir mesele de, bazı yörelerde, Müslüman toplumlarda sağ ve sol olmak üzere iki kere yapılması “örf” haline gelmiş muânaka; sağ, sol ve tekrar sağ olmak üzere üç kez yani “üçleme” ile yapılır olmuştur. Bunun da Sünnetten bir delili yoktur. Bazı gençler, bu alışkanlığı o kadar benimsemişlerdir ki, kucaklaşırken -bizim gibi- ikinciden sonra duran kimselere ‘yanlış yaptın’ dercesine bir bakış atmaktadırlar. Sünnetten haberi olmayan kimseler de bu durumlarda “demek ki, doğrusu buymuş” diye düşünerek, onlara uymak zorunda kalmaktadırlar. Böylece bu tür uygulama ve alışkanlıklar yaygınlaşmaktadır. Oysa bu kimseler, örfte mevcut olan uygulamayı değiştirirken hangi delile göre hareket ettiklerini bilmemektedirler. Daha doğrusu, çoğu, bu davranış biçimlerinin bir delili olmadığını, sadece mevcut örfe bir muhâlefet ve tepki olduğunun farkında bile değillerdir. Bu konuda ısrarcı olanlara hep şunu demişimdir: “Cehâletimi ma’zûr görün, ama ben bu amelin Sünnette bir delilinin olduğuna, bunun dışındakilerin de yanlış olduğuna dair bir Hadîs olduğuna hiç rastlamadım. Siz, böyle hareket ettiğinize göre, delilini de biliyor olmalısınız. Tüm samimiyetimle söylüyorum, bu konuda beni aydınlatırsanız, çok müteşekkir olacağım. Bu konuda sizin davranış biçiminizin İslâm’da geçerli uygulama olduğunu bilmemek ‘cehâlet’ ise, bu cehâleti kabul ediyorum…” Farklı zamanlarda, farklı kimselere söylediğim sözlerin mefhûm olarak özeti budur. Şu ana kadar hiç kimse ne bir Hadîs ve ne bir başka delil sunabilmiştir. Ama buna rağmen, bu sözlerime muhâtap olan kimselerin, omuz silkercesine, biz böyle yapıyoruz, sen ya da biz delilini bilmiyor olabiliriz, fark etmez dercesine aynı davranışa devam etmişlerdir, devam etmektedirler.

Sözün sonunda şunu söylemek isteriz ki, mubahlar dairesi geniş olduğu halde, o mubahlardan birisini “Şer’î” ilan edip, diğerlerini “bâtıl/yanlış” kabul etmek, İslâm’ın mubahlar sahasını daraltmak, Allah’ın helâl kıldığını haramlaştırmak anlamına gelir. Bu durumdaki kimseler, böyle yapıyor demiyoruz, yanlış anlaşılmasın!

Diğer bir nokta da, ictihâdî meselelerde ulemânın görüşlerinden birisini alıp diğerlerini İslâm’da “yanlış” ilan etmek de, Şer’î Şerîf’in, müctehidlere ictihâd izni verdiği, sonucunda da hatalı ve isabetli görüşlerin pek çok olabileceği bir sahada, sanki doğrudan vahiyle muhâtap olunuyormuş gibi, ictihâd sahasındaki görüşlerin çoğunu “bâtıl” kabul edip, birini “hak” ilan etmek ve mü’minleri sadece o görüşe tâbi olmaya çağırmak, -az önce değindiğimiz gibi- müteşâbih bir sahada muhkem hükümler vaz’ etmeye çalışmak anlamı taşır. Bu çok tehlikelidir! Müslüman, muhkemâta uyar, müteşâbihler ve şüpheli durumlarda ise takvâlı davranır, Allah’ın sınırlarını değiştirecek, “mutlak, muhkem ve kat’î” nitelemesiyle hükümler uydurmaz. Mubahlar dairesini daraltmaz, o daireden farzlar çıkarmaz.

Fetvâ salâhiyetine hâiz olanlar sadece müctehidlerdir. Avamın ya da ilim talebelerinin, müctehidlerin görüşlerini beğenmemek, elemek, reddetmek, tekzîb etmek, aralarından tercîh yapmak gibi lüksleri olamaz. Müctehidleri devre dışı bırakarak, kendi görüşleriyle insanlara hitap eden kimse dinlenmeye layık biri olamaz! İhtilâflı bir mesele ele alınırken, tüm mezhebleri, müctehidleri, Selef’iyle, Halef’iyle tüm âlimlerin görüşlerini -taassubdan uzak bir şekilde- dile getirmek, ilme sadakatin bir gereğidir. İhtilâflı konularda kendisi gibi düşünmeyen ve yapmayan kimseleri “yanlış” yapmakla itham etmek, her şeyden önce, o kimsenin, ictihâdına uyduğu âlime saygısızlıktır, neticede de ona ictihâd izni veren Allah karşısında huşû’suzluktur!

53- TUVALETLERİN PİS KOKMASINA VE TER KOKULARINA KARŞI KESİN ÇÖZÜM; TEMİZLİKTİR!

"TER KOKUSU" DERKEN BİLE İNSANIN YÜZÜ EKŞİYOR; YA BİR DE, O KOKUYU GÜN İÇİNDE DEFALARCA TENEFFÜS EDEN İNSANIN HÂLİ NİCE OLUR?!

Bir toplumun medeniyet seviyesi tuvaletlerinden, sokaklarından ve çarşılarından; bir kimsenin medeniyet seviyesi de temiz, düzenli, tertipli ve sağduyulu olup olmadığından anlaşılır.

Medenî olmayan toplumların tuvaletlerinde idrar kokusu, medenî olmayan insanlarda da ter kokusu eksik olmaz!!

Maalesef ki, genellikle sıcak havalarda insanların içine karışmadan önce; kesîf (yoğun) ter kokularının saldırısına ma'rûz kalmamak için âdeta 2-3 kat güzel kokular sürerek pis kokulara karşı mânevî bir savunma ve koruyucu bir kalkan edinmeye çalışmaktayız! Terleyen insanın kendisi teneffüs ettiği pis kokuya bağışıklık kazandığı için, koktuğunun farkına varmaz! Onun için, pis kokuyla mücadelede tek ölçü "koklama" olmamalıdır. Her şeyde temel ve esas ölçü; temizliktir. Çünkü temizlik, imandan gelir ve imanın yarısıdır. İçimizdeki, dışımızdaki ve çevremizdeki pis kokuları taħliye etmeden (boşaltmadan, çıkarıp atmadan), bunları tahliye etmemiz (süslememiz, donatmamız) çok acaip ve anlamsız bir davranıştır! Örneğin; adam ter koktuğunun farkında değil, saçını tarıyor! Kardeşim, saçından önce pis kokudan arın ki, çevrene rahatsızlık verme! Temizlik iki kısımdır: Birincisi, تخلية ‘taħliye’ yani bedenindeki ve elbisendeki pisliklerden arınman, içini dışını temizlemendir. İkincisi ise تحلية ‘tahliye’ yani üstüne başına çeki düzen vermen, süslemen, süslenmen, güzelliğini ve temizliğini artırman, parlatman ve ışıl ışıl yapmandır. التخلية قبل التحلية "Taħliye, tahliyeden öncedir." Havuzdaki pis sular boşaltılmadan havuz doldurulmaz ya da kalpteki mânevî pislikleri boşaltmadan oraya iman konulamaz. Aynen bunun gibi, insanın üzerinde bulunan ve kendisinden kaynaklanan maddî ve mânevî pislikleri temizlemeden süslenmek anlamsız ve boş bir fiildir! Yahut da tuvaleti, banyoyu, evin az kullanılan odalarını temizlemeden sadece oturma odasını temiz tutmak yahut da evin içi pis iken dışını veya önünü temizlemek de doğru bir davranış biçimi değildir. Temizlik, temizlenmek ve temizlemek o kadar zor değildir. Suya ve sabuna dokunun! Sizin bu dokunuşunuz, inanın, mânen ve rûhen çevrenizdekilere de olumlu olarak yansıyacaktır.

Peygamberimize nâzil olan dördüncü sûrede Rabbimiz: "Elbiseni temizle, pisliklerden uzak dur" (Müddessir: 4, 5) buyurmuştur. Beden ve elbisenin temizliği ile ruhun temizliği birbirinin gerekleridir. Temiz bir ruh, pis bir beden ve pis bir elbise içerisinde kalamaz. Bu nedenle beden ve elbise temizliği konusunda Peygamberimiz çok tafsîlatlı talimatlarda bulunmuştur. En uygar (!) kabul edilen câhilî toplumlar bile İslâm'ın öngördüğü bu temizlik seviyesine hiçbir zaman ulaşamadıkları gibi, tarihte kirliliğin ve pisliğin öncüleri olmuşlardır. Tuvalet kültürüyle bile birkaç asırdır tanışmışlardır. Yıkamak yerine silmeyi, yıkanmak yerine parfümü, dış güzellik yerine de makyajı tercih etmişlerdir. Buna karşılık İslâm'da Hadîs ve Fıkıh kitapları "Tahâret/Temizlik" bahsiyle başlar. Kirliliği, pisliği, necâseti seçmek fıtrata terstir. Çünkü insan fıtratı pisliklerden nefret eder. Rabbimizin: "Pisliklerden uzak dur" buyruğu her türlü pisliği kapsamaktadır: Akîdede pislik, düşüncede pislik, amelde pislik, ahlâkî pislik, beden ve elbisede pislik, oturulan ve durulan yerde pislik... Kendisini bu pisliklerden arındıran kimse, sonra da çevresindeki ve toplumdaki pislikleri temizlemeye çalışır. 

Temizlik konusunda duyarlılık lütfen!..

54- "GENÇ DELİKANLI, SEN RAHATSIZ OLMA, ÇAYINI DA BEN KATARIM..."

Allah selâmet versin, annemin, küçüklüğümüzden itibaren aile terbiyesi adına defalarca söylediği güzel bir tabiri vardı: "Küçükler oturuyor, büyükler iş yapıyor." Günümüzde bu söz artık yaygınlaştı ve olumsuz bir vâkıa hâline geldi. Ne küçüğün küçüklüğünü bilmesi diye bir şey kaldı ne büyüklere saygı! Küçük, büyüğünün yanında sigara içiyor, ayaklarını uzatıyor, içine kasetçalar düşmüşçesine nefessiz konuşuyor, tartışıyor, itiraz ediyor, büyüğünü küçüğünü umursamadan herkese akıl dağıtıyor! Bu esnada da yapılması gereken bir iş olursa, o işi de büyükler yapıyor. Büyükler, büyüklüklerine yaraşır şekilde sanki: "Sen devam et çocuk, ben işleri yaparım. Zât-ı âlinizin ilminden ve fıkhından istifade etmek bize yeter!" ironisini hâl dilleriyle ortaya koyuyor. İnsan düşünmez mi; o kadar enerjisi varsa, hayırlı işlerde kullanması gerektiğini. Çenesinin çalışacağına, elinin çalışması gerektiğini. "Ben yaparım, ben hallederim, ben varken size düşmez" sözlerini söylemek o kadar mı zordur! Küçüklüğe rağmen, bu kadar büyüklenme ve gurur neyin nesidir! Küçüklüğünü bilmeyen, büyüklerini saymayan ya da büyüklüğüne yaraşır hareket etmeyen, küçüklerine sevgi, merhamet ve anlayış göstermeyen insanların oluşturdukları sosyal ilişkilerden bir hayr beklenebilir mi? Meşru anlamda saygı ve sevgi insanın fıtratında olsa da, o değerlerden uzaklaşan kimselere bu fıtrî, insânî ve İslâmî erdemlerle amel etmek ne kadar da zor gelmektedir!

Saygı ve sevginin yerini alan kötü huylara ve davranış biçimlerine bir bakın! Hak ile doldurulmayan her yer bâtıl ile işgal edilmektedir! Zira hayat, boşluk kabul etmez! Kişilik binamız da, ya sağlam olarak ya da çürük olarak vardır ve varlığını devam ettirir. Önemli olan, sağlam bir yapıya sahip olmamızdır. Ama unutmayalım ki, önemsenmeyen küçük ihmaller, ileride telafisi güç büyük zararlar doğurabilmektedir. "En büyük", "el-Azîm", "el-Azîz", "el-Celîl", "el-Aliyy", "el-Kebîr" olan Allah Sübhânehu ve Teâlâ'ya karşı işlenen hangi kusur küçüktür ki? Sen, günahın küçüklüğüne değil, Allah’ın büyüklüğüne bak! O’nun azamet ve kibriyâsı karşısında hangi günah küçük kalır ki? Allah’a karşı huşu’ ve takvâ taşıyan bir kimse, O’na karşı kusur işlemekten korkmaz mı? Bu haysiyetle bakıldığında, insan, çirkin amelleri küçümseyebilir mi? Cehenneme bir bakın! Orada nice insanlar vardır ki, işledikleri amelleri küçümsediler ve "nasılsa, Allah affeder" diye gaflet içinde kendilerini avuttular. Dolayısıyla doğrunun ve güzelin karşısında yanlışa ve çirkine meyletmeyelim, kalbimizi, dilimizi ve fiilimizi bunlara açmayalım. Hiçbir münkerât ve fuhşiyat, ma'rûfun ve hakkın alternatifi olamaz. Bir şey yanlışsa yanlıştır. Bâtıl bir şey savunulamaz! Yanlışları savunanlar, affedilmeye mi yoksa azap edilmeye mi daha yakındırlar, bunu düşünmelidirler! Meselâ; "Büyüğün yanında ayak uzatmaktan ne olacak" denilemez. Rasûlullah'ın Sünnetine bakın, o kimsenin önünde, kimseye karşı ayaklarını uzatmamıştır. İşin doğrusu budur! Her konuda örneğimiz, Âlemlere rahmet olarak gönderilen Rasûlullah aleyhisselâm olmalıdır.

55- “BİR DELİ KUYUYA TAŞ ATMIŞ…”

Eskiden “bir deli kuyuya taş atmış, kırk akıllı onu çıkaramamış” derlerdi. İyi de o zaman köyün tek delisi vardı. Şimdilerde ise çoğaldı. Kuyuya kırk deli hatta kırklarca deli taş atarsa onu çıkarmak için kaç akıllı lazım? O akıllılar, kuyulara doldurulan taşları çıkarmakla uğraşır mı? Bu durumda kuyu, kuyu olarak devam edebilir mi? Ağzına kadar taşla doldurulmuş kuyulara en fazla ‘eskiden kuyu idi’ denir. Bu teşbîhte ‘atmak’ lafızdır, sözdür. Lafız da; manası olsun ya da olmasın, ağızdan atılan şeydir. İnsanlar bazen yanlış konuşurlar, bazen doğru ile yanlışı karıştırırlar, bazen de yalan yanlış konuşurlar. Dolayısıyla “kuyuya taş atmak” meselindeki ‘atmak’, yerli yersiz konuşmak anlamındadır. ‘Taş’ ise, zararlı şey anlamındadır. Nitekim insanların istifade ettiği kuyuya taş atmak yanlış bir şeydir ve insanlara zararı dokunan bir davranıştır. Yanlış konuşmak da böyledir. Yanlış sözler de insanlara zarar verir. “Kırk akıllının çıkaramaması” da, yanlış konuşan bir kimsenin o sözü herkesin kulağına gider, insanların o olumsuz sözden ne kadar etkilendiğinin tahmini bile güçtür. Zararın boyutları tespit edilemeden de, kırk akıllı gelse, o sorunu çözemez. Zira burada, yıkım karşısında çaresizlik söz konusudur. İnsanlar da genellikle ‘yaygın yanlış’ haline gelmiş ve insanların çoğu tarafından benimsenmiş şeylere karşı sessiz kalıp, etraflarına bakınmayı ve bu atmosferde nasıl bir tablonun ortaya çıkacağını merak ederek, çaylarını, çerezlerini yanlarına alıp, koltuklarına kurulup, seyirci kalmayı tercih ederler. İslâm toplumlarında söylenmiş sözlere karşı olumlu ve meşru anlamlar vermeyi benimsemek gerektiği düşüncesiyle, hemen bu noktada başka bir söz hatıra gelmektedir: “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar.” ‘Doğru’ ile ‘dokuz’ arasında doku benzerliği olmasa da, ‘sebep-sonuç’ ilişkisi olduğu muhakkaktır. Yani doğrucu olan kimseler bir köyden, bir çevreden, bir yerden değil, mübalağa yoluyla dokuz köyden kovulmaktadırlar. Doğruluk; insanı iyiliklere, iyilikler de cennete götürür. Cenneti isteyen kimse, doğru olmak, doğru söylemek, doğru durmak, doğru dürüst söylemek ve her bakımdan doğru olmaya çalışmak durumundadır. Fakat hayatın bir cilvesiyle karşılaşmaya da hazır olunmalıdır! Doğruları, doğru olmayanlar ve doğrunun karşısındaki eğriler sevmez, onaylamaz, benimsemez. Doğru doğrudur, eğri de eğri! İkisi aynı olmaz! Aynı çizgide birleşmez! Bilenlerle bilmeyenlerin, iyilikle kötülüğün, cehennem ashâbı ile cennet ashâbının, âlimle câhilin, geceyle gündüzün, nûr ile nârın, vahiy ile zanların bir olmayacağı gibi. Dolayısıyla da hayat içerisinde doğruluk yolunun yolcuları, dosdoğru kimseler ‘dokuz’ belki ‘doksan’ köyden kovulmaya mahkûm olurlar. Ama unutmayalım ki, yalancıların dokuz köyünden, doğruların meskûn olduğu onuncu köy ve doğru kimselerin komşuluğu daha hayırlıdır. Zira ecdâd; “ev alma, komşu al”, “evden önce komşu, yoldan önce yol arkadaşı arayın” demiştir. Onun için, “doğru söylersem, bana ne derler?” diye düşünüp de, bazı kimselerin seni önce kalplerinden, sonra da köylerinden kovacağından endişe etme! Bil ki, tüm kalpler Allah’ın elindedir ve tüm köyler de Allah’ındır. Mülk de, mutlak irâde de, ancak O’nundur. O, dilediğini yapar, dilediğini dilediği şekilde yaratır, dilediği gibi hükmeder. O’na sonsuz hamd ve şükürler olsun. Biz, sadece O’nun hoşnutluğundan hoşnutuz. Hevâ-ü heveslerini ilâh edinenlerin ve kendi çıkarlarına uygun beklentilerle insanlara “ben”, “ego” ve “kibir” merkezli muamele edenlerin amellerinden değil! Rabbimiz, bizleri, nefsî arzularına uyup da cehennem yolunda ilerleyen kimselerin yollarına uymaktan, bugün de, yarın da muhafaza etsin. Âmîn.      

56- “USTA, ÇOK KÖTÜ İNTİZÂR (BEDDUA) ETTİN…”

Marketteyim. Hemen arkamdaki adam, tezgahtâr kıza: “Mavi West var mı?” diye sordu. Sanırım söylediği şey bir sigara markası. Tezgâhtarın, hareketlerinden anladım bunu. Kız da: “Mavi West bizde yok!” diye karşılık verdi. Adam: “Niye yok?” falan diye mırıldanarak, çok üzüldüğünü hissettirdi. Ben de fırsatını bulmuşum, kaçırır mıyım? “İnşâAllah, hiçbirisi bulunmaz” dedim. Tezgâhtar önce ne dediğimi anlamadı: “Efendim?” dedi. Anlayamamaları normal; bu durumlarla hayatlarında kaç kez karşılaşıyorlar ki! Emr-i bi’l ma’rûf ve nehy-i ani’l münkerin terk edildiği, insanların birbirleriyle sağlıklı iletişim kuramadıkları, insana gereken değerin verilmediği ve söylenenlerin tam anlaşılmadığı bir ortamı ifade eden ‘kim kime dum duma’ bir hayat yaşanmaktadır. Her yeni nesil de bu olumsuz konjonktürden ve sosyal atmosferden etkilenmektedir. Neyse sonra ne oldu dersiniz? Tezgâhtar ve sigara talep eden kimse, bir anlık şaşkınlıktan sonra, kendilerine nasihat edildiğinin yani güzel söz söylendiğinin, yanlış anlamayı gerektirecek bir durum olmadığının farkına vardılar ve tebessüm ettiler. Sigara almak isteyen adam da yanıma geldi, marketten aldıklarımı poşete doldurmama yardım ederek: “Usta, çok kötü intizâr ettin!” dedi. ‘Beddua ettin’ demek istiyor… İnsânî ilişkiler âdeta karşılıklı şaşırmak üzerine kurulu. Bir an ben de şaşırdım. Zira kötü bir söz söylememiştim.  Onların, benim güzel sözüme şaşırmaları gibi, ben de onun belki espri, belki de ironi maksatlı sözüne şaşırdım. “Beddua etmedim, dua ettim” dedim. Adam da biliyor beddua etmediğimi, yoksa koluma girer mi? Poşetimi açıp, aldığım eşyaları doldurmama yardım eder mi? Tebessüm eder mi? Tabii ki, kendisine beddua eden kimse bunları yapmaz. Fakat şu durum dikkat çekiyor ki: Mevzubahis olan sigara olunca; sigara içenin beddua anlayışı, içmeyenlerden farklı oluyor! En azından konu sigara olunca! Bu tabloyu nereden okursanız okuyun, muhakkak ibret almak isteyenler için dersler olduğunu göreceksiniz. Daha sonra adama dedim ki: “Sigaranın ne kadar zararlı olduğunu anlatmama gerek yok, Siz zaten biliyorsunuzdur. Çünkü uzay çağındayız. Ama şunu da bilin ki,  sigarayı sadece bedene ve mala zararlı olduğundan dolayı bırakmak zorunda değilsiniz. Sigara, İslâm’a göre de serbest değildir ve haramdır. Özellikle son dönem âlimleri bu konuda hemfikirdir” dedim. “Haklısınız, biliyoruz ama elden bir şey gelmiyor” diye karşılık verdi. “Allah kurtarsın, selâmetle” deyip ayrıldım. “Hayatta yaşanılanlardan ibret almazsa kişi, başkalarına ibret olacak olumsuz ameller yapmaya ve yaşamaya mahkûm olmaktır işi” diyerek -ta’bîr-i câizse, fırından yeni çıkmış nimet mesabesindeki- kıssamıza son verelim. Hak katındaki ecirlerimizin ve hisselerimizin çok olması dileğiyle.

BİR GÜN SONRA:

Bugün aynı market, aynı tezgâhtar… Alışveriş yaptım tam ürünleri okutacakken, arkamdan bir bayan sesi: “Müsaade ederseniz, bir sigara alıp çıkacağım.” Ben, ‘müsaade ederseniz’ ifadesini duyduğumda, “buyurun” demeye hazırlanıyordum ki, cümlenin sonunu dinleyince maalesef “buyurun” diyemedim. Bayan, sigara için müsaade istiyormuş. “Kusura bakmayın, sigara için müsaade edemem” dedim. Dedik ya, hayat müspet ya da menfî anlamda şaşkınlıklarla iç içe yaşanıyor âdeta. Bayan, neden müsaade edilmediği hususunda ‘hak verici bir düşünme ile karışık bir şaşırma süreci’ yaşamış oldu. Bunu, hiç cevap ver(e)memesinden anladım. Tezgâhtar ise, dünkü hâdisenin de şâhidi olduğundan olsa gerek, anlamlı bir tebessüm attı.

Bir nokta: Yaşam sıralarında önümüzdekiler de, arkamızdakiler de sigara içiyor! Ne ara bu hâle geldik biz? Bir diğer nokta ise; bir yanlışı düzeltemiyorsak bile, yanlış karşısında doğru tavır sergileyebiliriz. Hiçbir ameli küçümsemeyelim. Ne kibre kapılalım, ne de riyâya! Kibir ve riyânın kokusundan, ‘kibir veya riyâ olma ihtimali olan mubah amellerden’ dahi sakınalım. Zira o alanda yürümek büyük risktir! Ama şeytan ve nefsin; Allah için yaptığımız meşru amellerimizden de kibir, riyâ ve utanma gibi ârızî ve arızalı nedenlerle bizi uzaklaştırıp, mahrûm etmemesi gerekir. Buna da izin vermemeliyiz. Hakkı söylemek haksızlık değildir, hakkı hak ölçülerde söylememek haksızlıktır. Bir ameli meşru yapan şey, imanla, Allah rızâsı için, karşılığı Allah’tan beklenerek, Kur’ân ve Sünnete uygun şekilde yapılmasıdır. Niyetin, amelin ve metodun meşru olması ise vahye ve hakka uygunluk cümlesindendir. Bunlardan biri meşru olmazsa, yapılan amel de meşrûiyetini yitirir.

Yusuf Semmak 

Bağlantı | kategori: NASİHATLER | tarih: 28/09/2016 | Yorum(0) | Yorum yaz
YORUM YAZINIZ
İSMİNİZ

E-Posta (Gizli)

Web siteniz

Yorumunuz

Güvenlik kodu
29.03.2024Cuma
Son Konular .: NASİHATLER 17
.: 115- Ebu Hanife Hakkında | Yusuf Semmak
.: 114- Arapça Test Çözümleri – Tesniye'nin (İkilin) İ'rabı | Yusuf Semmak
.: 113- Kur’an Okuma ve Öğretme Karşılığında Ücret Almak, Ölüler için Kur’an Okumak ve Rukye Bahsi - PÇMO – 44
.: NASİHATLER 16
.: 112- Peygamberin Kabrini ve Diğer Kabirleri Ziyaret ve Ölülere Nelerin Fayda Vereceği - PÇMO – 43
.: Muhtelif Konularda Kısa Kısa - 7
.: 111- Kâfir Olarak Ölenlere, Dünyadaki İyi Amelleri Fayda Sağlamaz! | Yusuf Semmak
.: 110- Benim Babam da Senin Baban da Ateştedir! | Yusuf Semmak
.: 109- Hz. Ömer’in Hılâfeti Devrinde Bir Adamın Hz. Nebî'nin Kabrine Gelip Onunla Tevessül Etmesi – 42
.: 108- İman Edip Müslüman Olmak Tertemiz Bir Sayfa Açmaktır! | Yusuf Semmak
.: 107- Peygamberimizin Kabrini Ziyaret Meselesi – Putperest Çağlarda Müslüman Olmak – 41
.: 106- Zamanın Önemi ve Su Gibi Akan Ömür! | Yusuf Semmak
.: 105- Mü’min Sabahlayıp Kafir Akşamlamak veya Mü’min Akşamlayıp Kafir Sabahlamak! | Yusuf Semmak
.: 104- Tarihte Putperestlik Nasıl Başladı? - Putperest Çağlarda Müslüman Olmak – 40
.: 103- Müslümana Sövmenin ve Onunla Savaşmanın Hükmü Nedir? | Yusuf Semmak
.: 102- Türbe ve Kabirleri Ziyaretin, Bid’at Olan Tevessülle İlişkisi – Putperest Çağlarda Müslüman Olmak – 39
.: 101- Münafıkların Özellikleri Nelerdir? | Yusuf Semmak
.: 100- Müslümanı Tekfir Eden Kimsenin Durumu Nedir? | Yusuf Semmak
.: 99- Tevessülün Anlamı, Kısımları ve Bid’at Olan Tevessül – Putperest Çağlarda Müslüman Olmak – 38
.: 98- Ehl-i Kıble Kime Denir? | Yusuf Semmak
.: 97- Hz. Yusuf’un Mısır’daki Konumu (3) – Putperest Çağlarda Müslüman Olmak – 37
.: 96- Bir Mezhebe Uymak Zorunda mıyız? | Yusuf Semmak
.: 95- Hz. Yusuf’un Mısır’daki Konumu (2) – Putperest Çağlarda Müslüman Olmak – 36
.: 94- Hz. Yûsuf’un Mısır’daki Konumu (1) – Putperest Çağlarda Müslüman Olmak – 35
.: 93- Ru'yetullah (Allah'ın Görülmesi) Meselesi | Yusuf Semmak
.: 92- Allah’tan Başka Kanun Koyucu Yoktur! (2) - Putperest Çağlarda Müslüman Olmak – 34
.: 91- Allah’tan Başka Kanun Koyucu Yoktur! (1) – Putperest Çağlarda Müslüman Olmak – 33
.: 90- Hz. İbrahim’in Nemrud’a, Babasına ve Kavmine Tebliği – Putperest Çağlarda Müslüman Olmak – 32
.: 89- Allah ve Mahlukat İlişkisi – Putperest Çağlarda Müslüman Olmak – 31
.: 88- O Büyük Mahkeme'de! (Şiir)
.: 87- İmanın Artıp Eksilmesi Meselesi ve Ehl-i Kıble Kimdir? – Putperest Çağlarda Müslüman Olmak – 30
.: 86- Peygamberimiz İslam’a Davet Metodu – Putperest Çağlarda Müslüman Olmak – 29
Son Yorumlar
İsmail
Yüce ALLAH cc razı olsun sizden h
Yusuf Semmak
Ve aleyküm selâm kardeşim. Tâbi
Bekir Yetginbal
Canım kardeşim selamualeykum GÜN
Bekir Yetginbal
Ey Rabbim bu kulunun gayretlerini
Mahmut
Selamünaleykum Yusuf peygamberin
Ufuk
Çok güzel
Şeyma
Bu nadide soru ve cevapları için
Ahmet
Doyurucu bir yorum Teşekkürler
Yusuf Semmak
Son mısralar/dizeler hep "Lâm" ha
Baraa
Bence çoooook güzel bir site
ali
İlmî Arapça Sayfası http://www
ali
Faydalı Bir Maksud Programı http
ali
Faydalı Bir Emsile Programı http
Yusuf Semmak
BU DERSTE İŞLENEN BAŞLICA MEVZULA
Derya Atan
Ağzınıza, yüreğinize sağlık hocam
Firdevs Sevgi
inş güzeldit.
misafir
⭐⭐⭐⭐&
mustafa
Abi çook teşekküür ederim
Medine
Cenetin kapısın geçmek istiyom
Yusuf Semmak
Namazda Salli-Bârik okurken, Peyg
Yusuf
Allah razı olsun hocam çok anlaşı
Yusuf Semmak
Saçınızı erkeğe kestirmediğiniz,
Meryem
Verdiğiniz bu bilgiler için çok t
Yusuf Semmak
+ Ayrıca Hadîs'in açıklamasında d
Yusuf Semmak
Güzel bir yorum. Fakat biraz açık
metin
hadiste gecen Gölge Arsin gölgesi
Rüya
Çok teşekkür ederim
Şule
Çok teşekkürler
sadullah demircioğlu
abdullah bin mesud (r.a.) ‘’sakın
Yusuf Semmak
Bir kardeşimiz, selâmdan sonra; “
Yusuf Semmak
EVET, YİNE SİGARA! Bugün piyas
İbrahim sarıtaş
Allahrazı olsun
Muhammet ****
Bizim din hocamız başınızı örtmek
© 2012 YUSUFSEMMAK.COM