Araştırmacı, Yazar

ANASAYFA
BİZE ULAŞIN
AMACIMIZ
KUR'AN DİNLE
KİTAPLARIMIZ
DERS VİDEOLARI ARŞİVİ
NOT DEFTERİ
Geçmişte, şimdi ve gelecekte her şeyden haberdar olan, ilminde, kudretinde, hikmetinde hiçbir noksanlık bulunmayan, ilmin kaynağı olan, gizli ve açık her şeyi bilen, kullarından asla gâfil olmayan, el-Alîm, es-Semi’, el-Basîr, el-Latîf, el-Habîr, er-Rakîb, el-Azîz, el-Kadîr, el-Muktedir, Allâmu’l Ğuyûb isimlerinin sahibi olan, noksanlıklardan münezzeh ve ekmel sıfatlarla muttasıf olan Yüceler Yücesi Allah Sübhânehu ve Teâlâ’ya sonsuz hamd-ü senâlar olsun. Bir saat sonra kendisinin ne yapacağını ya da kiminle evleneceğini Allah’ın bilemeyeceğini söyleyen mealcilere ve Kur’an’ın Arapça metni üzerinden ‘Kur’ancılık’ yapan modern zâhiriciliğe, Kur’an-ı Kerim’den cevaptır...

ALLAH’IN GAYBI BİLDİĞİNİ İNKÂR EDENLERE, KUR’ANÎ DELİLLERLE REDDİYE! [1]  

Not: Bir saat sonra kendisinin ne yapacağını ya da kiminle evleneceğini Allah’ın bilemeyeceğini söyleyen mealcilere [2] ve Kur’an’ın Arapça metni üzerinden ‘Kur’ancılık’ yapan modern zâhiriciliğe, Kur’an-ı Kerim’den cevaptır...

Geçmişte, şimdi ve gelecekte her şeyden haberdar olan, ilminde, kudretinde, hikmetinde hiçbir noksanlık bulunmayan, ilmin kaynağı olan, gizli ve açık her şeyi bilen, kullarından asla gâfil olmayan, el-Alîm, es-Semi’, el-Basîr, el-Latîf, el-Habîr, er-Rakîb, el-Azîz, el-Kadîr, el-Muktedir, Allâmu’l Ğuyûb isimlerinin sahibi olan, noksanlıklardan münezzeh ve ekmel sıfatlarla muttasıf olan Yüceler Yücesi Allah Sübhânehu ve Teâlâ’ya sonsuz hamd-ü senâlar olsun.   

Allah’ın bütün gaybları ve gizlilikleri bildiğini iki başlık altında açıklayacağız. Birinci bölümde, konumuza bir sûre ile cevap vereceğiz, ikinci bölümde ise, Kur’an’dan Ayetlerle cevap vereceğiz.

Söze, Rabbimizin Ayeti ile başlayalım: "De ki: 'Göğüslerinizin içinde olanı gizlesiniz de, açıklasanız da Allah onu bilir. Göklerde olanı da, yerde olanı da O bilir. Allah her şeye kâdirdir.' " [3]

Başka bir Ayette ise: “De ki: Göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka kimse bilmez. Onlar ne vakit diriltileceklerini de bilmezler” [4] buyurmaktadır. Bu konuda, bir çırpıda sayılamayacak kadar Ayetler bulunmaktadır. Bütün bu Ayetlerin varlığına rağmen, “Allah gaybı bilmez” diyenlere, bu Ayetleri tekrar sıralayacak değiliz. Biz, o kimselere farklı bir cevap vermek istiyoruz.

Bu meselenin hakikat yönünü Ayetlerin ispat ettiğini tekrar hatırlatmakla beraber, onlara, Allah’ın gaybı bildiğini Leheb Sûresi ile ispat etmek istiyoruz.

Allah, Ebû Leheb’in âkıbetinden haber veriyor…

Rabbimiz, Mekke döneminde Kureyş'in diğer kabilelerinin, Hz. Muhammed'e ve onun kabilesi olan Haşimoğullarına karşı boykot ilan edip, onları muhasara ettikleri bir dönemde Leheb Sûresini indirmiştir. Bu dönemde Peygamberimizin amcası Ebû Leheb, Mekke törelerine aykırı davranarak yeğeninin yanında yer almadı. Mekke'deki diğer müşrik kabileler ile birlik olup öz yeğenine, sırf dininden dolayı düşman kesildi. Haşimoğullarından olup da, Peygamberimizin yanında olmayan tek kişi o idi. Bu sûre, Mekke'nin hemen başında nazil olmuş olsaydı, insanlığa ahlâkî erdemleri ve faziletleri öğretmekle görevli olan bir Peygamberin, kendi amcası aleyhindeki sözleri ayıp karşılanabilirdi.

İbn-i Abbâs radıyallâhu anh şöyle demiştir: “‘Yakın akrabalarını (ve onlardan ihlâsa erdirilen cemaatini) uyar’ [5] Ayeti inince, Rasûlullah aleyhisselâm Safa tepesine çıkıp yükseldi ve: ‘Yâ sabâhâh! (Ey Kureyş, buraya geliniz! Büyük bir iş karşısında bulunuyorsunuz!)’ diye seslendi. Kureyş: ‘Bu kimdir?’ dediler, hemen Peygamberin yanına toplandılar. Peygamber onlara: ‘Ne dersiniz? Ben size, şu dağın arkasından bir takım atlar çıkacak, diye haber versem, sizler beni doğrular mısınız?’ buyurdu. Onlar: ‘Biz sende bir yalan tecrübe etmedik’ dediler. Peygamber: ‘Öyleyse ben sizi şiddetli bir azabın önünde bir korkutucu, bir uyarıcıyım’ buyurdu.
Ebû Leheb:
تَبًّا لَكَ مَا جَمَعْتَنَا إلاَّ لِهَذاَ؟ ‘Yazık sana! Bizi buraya bunun için mi topladın!’ [6] dedi, sonra kalktı. Bunun üzerine, ‘Tebbet yedâ Ebî Lehebin ve tebbe ve kad tebbe’ sûresi indi. El-A’meş, o gün bu Ayeti bu şekilde okumuştur.” [7]

Henüz genel davetin yeni başladığı günlerde bu sûre gelseydi, davet ederken, akrabalarını kınayan bir Peygamber yadırganabilirdi. Allah'ın her işi hikmetli olduğu için, bu sûreyi, Ebû Leheb'in, yeğenine karşı eziyetlerinde aşırı gittiği bir dönemde indirmiştir. Hem de Ebû Leheb'in suçuna uygun bir cezaya dikkat çekerek… Rasûsullah'a “Tebben leke” (kahrolası, yazık sana, yuh sana!) diyen Ebû Leheb'e, Allah gönderdiği bir sûre ile “Tebbet yedâ Ebî Lehebin ve tebbe” yani “Ebû Leheb’in iki eli kurusun; (zaten) kurudu da” [8] diye karşılık vermiştir. O dönemde herkes, Ebû Leheb'in kendi yeğenine yaptığı eziyet ve zulümleri görmekteydi. Hatta yadırgamaktaydı. Zira o günün geleneklerine göre, bir kabileden bir kişiye karşı bir saldırı olursa, kabiledeki herkes aralarındaki fikir ayrılıklarını bir kenara bırakıp, o kişinin yanında olurlar, onunla birlikte hareket ederlerdi. Ama Ebû Leheb böyle yapmadı ve buna ilaveten onun geçeceği yollara gece karanlığında fark edemeyeceği dikenler döktü, tuzaklar kurdu. Eline geçen her fırsatta Hz. Muhammed aleyhisselâm'a olan düşmanlığını gösterdi. Bütün bunlardan sonra Allah, Kur'anında Mekke müşriklerinden sadece onun adını anarak, onun âkıbetinden haber verdi. Hem de o, henüz hayatta iken... “Tebbet” kelimesinin anlamı; “ölsün, helâk olsun” demektir. Bu kelime bir lanetleme değil, Ebû Leheb'in âkıbetinden, o henüz hayatta iken haber vermektir. Daha Ebû Leheb hayatta olduğu halde geçmiş zaman fiili kullanılmıştır; çünkü vuku bulması kesin olan hâdiseler, geçmiş zaman kipiyle vuku bulmuş gibi anlatılır. Anlamı; Ebû Leheb ölecek ve helâk olacak demektir. Yani Ebû Leheb şirk üzere ölecektir. Rabbimiz, bu şekilde gaybdan haber vermektedir. Bu sûrenin nüzulünden yaklaşık 8 sene sonra Ebû Leheb küfür üzere ölmüştür ve Allah'ın önceden haber verdiği gaybî hâdise gerçekleşmiştir. İnsanların âkıbetlerini Allah'tan başka kimse bilemez. Önceden şirk içinde oldukları halde sonradan iman eden Ebu Süfyan, Ebû Cehil'in oğlu İkrime, Velid b. Muğîre'nin oğlu Halid b. Velid gibi sahabeler de vardır. Fakat Allah, Ebû Leheb'in bu ve benzeri kimseler gibi sonradan iman etmeyeceğini çok iyi bildiği için, onun âkıbetini önceden haber vermeyi irâde buyurmuştur. Farz-ı muhal, Ebû Leheb hakkında Peygamberimizin –vahiy istikâmetinde- bildirdiği bu gaybî haber gerçekleşmeseydi yani Ebû Leheb sonradan iman etseydi; bu durum, müşrikler açısından ciddi bir propaganda malzemesi olurdu. [9] Tabi ki haber verdikleri hususlarda Allah'ı yalancı çıkarmaktan Allah'a sığınırız! Zaten böylesi bir durumun olması imkânsızdır. Allah'ın va'd ettiği hiçbir hâdisenin aksi olmadığı içindir ki, aklından zoru olmadıkça hiçbir müşrik ve kâfir, o konularda Allah'ı yalanlayamamıştır. Rabbimiz, bunun örneklerini Mekke müşrikleri döneminde defalarca somut olarak onlara göstermiştir. Kur'an Ayetleri çağlar üstü bir mucizedir. Görmek isteyenler, O'nun Ayetleri karşısında teslim olmaktan başka bir çare bulamazlar. Ama görmek istemeyenin de kalp gözleri ve basiretleri bağlanır ve hidâyetten nasipsiz kalırlar. Onlara bütün Ayetleri de gösterseniz onlar, aldırış etmeden çeker giderler. [10]

Bu konuyu neden anlattık?

Günümüzde, Allah'ın, gaybı bilemeyeceğini söyleyerek, O'na iftira eden kimseler bulunmaktadır. Onlar şöyle diyorlar: "Allah bizi imtihan etmek için dünyaya gönderdi. Dünyada nasıl amel işleyeceğimizi bilemez. Bilseydi, neden imtihan edecekti? Demek ki Allah, bir saat sonra ya da yarın ne yapacağımızı bilmiyor. Biz, iyilik veya kötülük yaptığımız zaman, O bilmektedir ve kaydetmektedir. [11] Ayrıca buna ilaveten kiminle evleneceğimizi de bilemez..."

Bu yargılara varırken, Kur'an'a mealci ve zâhirici yaklaşıp bazı Ayetlerin murâdı tahrif edilmektedir. Bu Ayetler, erbâbının malumudur... Biz, meselenin özüne temas ediyoruz ve teferruatları açmıyoruz... Az önceki mezkur sözler küfürdür! Bunlar, kader konusunu yorumlarken Allah'a iftira etmektir. Kulun cüz-î irâdesinin önemine işaret ederken, işi çığırından çıkarıp, Allah'ın “el-Alîm” ve “el-Habîr” sıfatlarını inkâr etmektir! Aslında bu küfür, başka küfürlerle de ilintilidir. Bunlardan en önemlisi de, Allah'ın gaybı bildiği gerçeğini inkârdır. “Lâ Ya'lemu'l ğaybe illâ’llah” Yani gaybı Allah'tan başka kimse bilemez. Bu, İslâm’ın temel ilkelerinden birisidir. Bu konuda pek çok Ayetler vardır. Bu Ayetlere rağmen, bir kimse kalkıp da, nasıl “Allah, benim kiminle evleneceğimi bilemez” diyebilir? Allah, Kur’an’ında gaybı ancak kendisinin bildiğini haber vermiyor mu? Peygamberlerine bildirmedikçe, Peygamberlerin dahi gaybı bilme sıfatlarının olmadığını bildirmiyor mu? Bütün bu gerçeklere rağmen, Allah’ı gaybdan habersiz olmakla itham etmek büyük küfür değil midir?

Rabbimiz, Tebbet Sûresini indirdiğinde hayatta olan Ebu Leheb’in küfür üzere öleceğini önceden haber vermedi mi? Bu sûre geldiğinde henüz hayatta olan bu adam, 7-8 sene sonra, aynen Rabbimizin haber verdiği gibi helâk olarak ölmedi mi? Hani Allah, kullarının neler yapacaklarını ve nasıl öleceklerini bilmezdi!

Allah, Ebû Leheb’in küfür üzere öleceğini söylediği gibi, ölümünün de ibretlik bir helâk olacağını haber vermiştir. Bu ikisi aynen gerçekleşmedi mi? Yoksa bazıları, Ebû Leheb’in yatağında sessiz sedasız uykuya dalarak mı öldüğünü sanmaktadırlar?

Allah, Ebû Leheb’e bulaşıcı bir hastalık verdi ve öldüğünde kendi yakınları bile, kendilerine hastalık bulaşmasından korkarak, ondan üç gün boyunca uzak durdular. Cesedi çürüyerek kokmaya yüz tuttuğu bir zamanda, oğulları ücret karşılığında babalarını defnettirmişlerdir. Başka bir rivâyete göre ise, oğulları, birilerine bir hendek kazdırıp, babalarının cesedini sopayla içine itmişler ve üstünü kapatmışlardır. Bu, hem dünyada hem de ahirette helâk olmak değil de nedir? Bu, Allah'ın önceden bildiği ve bildirdiği gayba dair bir haber değil midir?

Allah, Ebû Leheb'in kâfir olarak öleceğini biliyor da, -hâşâ- bazı müşriklerin yarın ne yapacaklarını bilmiyor mu?

Bu sûre, bizlere bir hikaye olarak mı gönderildi; yoksa, Allah’ın insanların âkıbetlerinden haberdar olduğunun açık bir ispatı mıdır?

Rabbimiz, müşrikler hakkında şöyle buyurmaktadır: “Onlar, Allah'ı gereği gibi tanıyamadılar. Muhakkak Allah güçlüdür, Azîz'dir (hükmüne kimse karşı koyamaz).” [12]

“Her şeyin egemenlik ve tasarrufu elinde bulunan (Allah)ın şânı ne yücedir! O münezzehtir. Yalnız O'na döndürüleceksiniz.” [13]

“Göklerin ve yerin Rabbi, Arş’ın Rabbi (o müşriklerin) niteleyegeldiklerinden münezzehtir (yücedir).” [14]

Kur’an’da Rabbimiz, gaybı ve her şeyi bildiğini, gaybı dilediği peygamberlerine bildirdiğini [15], evreni yaratmadan önce bile ileride gerçekleşecek olan her şeyden haberdar olduğunu ve olacak her şeyi bir kitap’ta yazdığını [16], insanların kalplerinden geçenleri bildiğini [17], kâinatta bir yaprağın dahi kendi bilgisinin dışında düşmediğini [18], kulun gerek irâdî fiillerine taalluk eden durumlar olsun, gerekse insanın irâdesi ve bilgisi dışında gerçekleşen hâdiseler olsun, bütün her şeyi zaman ve mekana bağlı olmaksızın eksiksiz olarak bildiğini haber vermektedir. [19] Zamansallık ve mekansallık Allah için muhaldir. Yani Allah, zaman ve mekana bağlı da değildir, muhtaç da değildir. Rabbimiz, evrenin ve insanların yaratılmasından önce, zaman ve mekan kavramını yaratmadığı dönemde de ilim sahibi idi ve O’nun ilminde asla bir noksanlık yoktu; olamaz da… Kullarının irâdî fiillerine bağlı olan amellerinden habersiz olduğunu, kul amel etmeden, onun imtihan alanındaki geleceğini Allah’ın bilmediğini iddia etmek; Allah’ın ilim sıfatına noksanlık izâfe etmek ve dolayısıyla da, O’nun ilim sıfatını inkâr etmek demektir. Allah, zâtı ve sıfatları ile ezelîdir. Allah’ın, kullarını yaratıp imtihan etmeden, onların imtihanları esnasında neler yapacaklarını bilmediğini, ancak imtihan ederek, onların neler yaptıklarını öğrendiğini söylemek; Allah’ın sıfatlarının ezelî olmadığını söylemek anlamına gelir! Rabbimizin, kullarına verdiği cüz-î irâdeyi, onların zaman ve mekana bağlı olarak işledikleri iyi veya kötü amelleri esnasında öğrendiğini söylemek; Allah’ı zaman ve mekandan münezzeh görmemek, yaratılmışlar için geçerli olan zaman ve mekanla mahdûd olduğunu iddia etmek demektir. [20] Bu da, Allah’ı mahlûkâta benzetmektir ki, “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O her şeyi işitendir, görendir” [21] Ayetindeki manayı inkâr etmek demektir!  Diğer bir ifadeyle, Allah’ın, bizzat kendisinin insana bahşettiği irâdeyi, kullarının nasıl kullanacağı konusunda bilgisiz olduğunu söyleyecek kadar büyük bir çıkmaza ve çelişkiye düşmek demektir!

Kullarının irâdelerine bağlı fiillerini Allah’ın bilemeyeceğini söyleyenler, Kur’anda geçen bazı Ayetlerin zâhirlerine dayanarak zâhiricilik yapmaktadırlar. O Ayetlerde şu ifadeler geçmektedir: وَلَمَّا يَعْلَمِ اللهُ (…Allah bilmeden…) [22], حَتَّى نَعْلَمَ (…Biz, bilinceye kadar…) [23], لِنَعْلَمَ (…Bilelim diye/bilmemiz için…) [24], وَلِيَعْلَمَ اللهُ (Allah’ın bilmesi için) [25]

Bu kelimelerin geçtiği, birkaç Ayet hatırlatalım:

“Yoksa siz, Allah içinizden cihâd edenlerle sabredenleri bilmeden (belli etmeden), cennete girivereceğinizi mi sandınız?” [26], “Andolsun ki, Biz içinizden mücâhidleri ve sabredenleri bilinceye (ortaya çıkarıncaya) ve haberlerinizi açıklayıncaya kadar imtihan edeceğiz.” [27], “Eğer (Uhud’da) size bir yara dokunduysa, o topluluğa da (Bedir’de) öylece bir yara dokunmuştur. O günleri; Biz insanlar arasında döndürür dururuz. Tâ ki Allah, mü’minleri bilsin (ayırt etsin). Aranızdan şâhidler edinsin. Allah, zâlimleri sevmez.” [28]

Bu ifadelere zâhirî olarak ilk anlamlarına göre mana vermek, Kur’an’a parçacı ve usulsüz bir yaklaşımdır. Allah, pek çok Ayette bizlere, bizim anlayışımıza uygun kelimelerle hitâp etmiştir. O Ayetlerin zâhirlerine bakarak, Allah’ın da bizim gibi olduğu söylenemez. Ayetlerdeki kelimeler, her zaman ilk anlamları ile kullanılmazlar. Kur’anda yan anlamlar, mecâz, kinâye, teşbih ve temsiller bulunmaktadır. Kur’an’ın garîb, mübhem, muğlak vb. kelimelerinin anlamlarını bilmeden, müteşâbihlerini muhkemlere ircâ etmeden doğru anlaşılması mümkün olmaz. Ayetleri doğru anlamak için, bir Ayetin, Kur’an’daki konu bütünlüğünü ve Ayetlerin siyâk ve sibâk dediğimiz bağlam bütünlüğünü dikkate almamız gerekir. Hepsinden önemlisi, Ayetleri Rasûlullah’ın Hadislerine ve Selef alimlerinin açıklamalarına göre anlamalıyız. Selef’in dediklerine aykırı bir takım görüşler uydurmamalıyız! Allah, Kur’anda pek çok Ayetinde ilminin her şeyi kuşattığını, her şeyi bildiğini ve evreni yaratmadan önce de, yarattıktan sonra da hiçbir şeyden habersiz olmadığını, mahlûkâtı yaratmadan önce ileride olacak her şeyi yazıp takdir ettiğini söylerken; bahsi geçen Ayetlere, Allah’ın, yarattığı kullarının aklından geçenler ve hâlihazırdaki yaptıkları hâriç olmak üzere, gabya ait fiillerinden habersiz olduğu şeklinde anlam vermek, Kur’an’ın açık buyruklarına rağmen, Ayetleri tahrif etmek değil midir? Bu iddianın, Kur’an ile çelişmesi bir yana, akıl taşıyan bir insandan bu sözler sâdır olabilir mi!

Şu noktayı da hatırlatmak yerinde olacaktır. Kur’an ve Hadislerde ahiretten kesitler sunulmaktadır; cennet ve cehennemden gaybî sahneler anlatılmaktadır. Allah, bu dünyada imtihan olan kullarının bir saat sonra ya da yarın ne yapacaklarını, sonunda nasıl öleceklerini bilmiyorsa; cennetliklerle ve cehennemlikle ilgili, tahminî ya da hayali haberler mi vermektedir! Hadislerde geçen, Peygamberimiz döneminde henüz hayattaki kişilerin âkıbetleri ile ilgili haberleri, ahir zaman toplumunun özellikleri ve ahir zamanda gelecek insanların sıfatlarıyla ilgili haberleri, kıyametin kopmasından sonra gerçekleşecek, cennet ve cehennemle son bulacak çok sayıdaki olaylar hakkında vârid olan haberleri nereye koyacağız? Bunları nasıl görmemezlikten geleceğiz? Bir insan, Kur’an ve Sünneti bir kenara atmadıkça, gerçeklere karşı kör olamaz!

“Muhakkak size Rabbinizden basiretler (açık belgeler) gelmiştir. Artık kim görürse kendi lehine, kimde (hakkı) görmezse kendi aleyhinedir. Ben üzerinizde bir gözetleyici değilim.” [29]

Allah’ı, bilgisilik, habersizlik, gaflet ve gaybı bilmemek gibi noksan sıfatlardan tenzih ederiz. Kur’an, insanların gelecekleriyle alâkalı her şeylerini Allah’ın mutlak anlamda bildiğine dair çok sayıda deliller sunmaktadır. [30]

Rabbimiz kendisini bize nasıl tanıttıysa, O’na, o şekilde, şânına yakışır biçimde iman ettik. Biz yalnız O’na dayandık, güvendik, teslim olduk. O, Sübhân’dır ve müşriklerin nitelemelerinden münezzehtir ve çok yücedir…

ALLAH’IN, KULLARININ GELECEĞİYLE ALÂKALI HER ŞEYİ BİLDİĞİNE DAİR KUR’AN’DAN DELİLLER

Rabbimizin, gaybı bildiğine, kullarının gelecekte neler yapacaklarından haberdar olduğuna, hiçbir şey istisnâ olmamak üzere ilminin her şeyi kuşattığına dair, Kur’an-ı Kerim’den bazı deliller sunmak istiyoruz… Aslında bu meseleyi, “O, her şeyi en iyi bilendir” [31] Ayetiyle özetlemek mümkündür. Allah’ın ilmi, olmuş, olmakta olan ve olacak olan her şeyi kuşatmıştır. O, rahimlerde olanı [32], kullarının önlerindekileri ve arkalarındakileri [33], karalarda ve denizlerde olup bitenleri [34], yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni [35], gökte ve yerde söylenen her sözü [36], göklerin ve yerin gizliliklerini [37] ve göğüslerde olanları [38] bilir. Gerek yerde ve gerekse gökte zerre kadar bir şey Rabbimizden gizli kalmaz [39]. Çünkü göklerde ve yerde gaybı O’ndan başkası bilemez. [40] Allah, her şeye kâdirdir. [41]

Fakat bütün bunlara rağmen, bazı kimseler, kulların imtihan sahalarında yarın neler yapacaklarını, nasıl yaşayacaklarını, kimlerle evleneceklerini ve nasıl öleceklerini Allah’ın bilemeyeceğini söylemektedirler! Bu kimseler, kâinatın işleyişiyle alâkalı konularda Allah’ın gaybı bildiğini ama kulların irâdeleriyle iyilik ya da kötülük yollarından birini seçmeleriyle ilgili gaybî durumları bilmediğini; Allah ancak imtihan ettiği esnada onların amellerini veya kalplerinden geçenleri bildiğini iddia ediyorlar! Allah’a noksanlık nispet edilen bu sözlerin, bâtıl olduğunu ispat etmek için sayılamayacak kadar deliller sıralamak mümkündür. İşin başka boyutu; normal olarak bilinen bir insanın bunları söylemesi, onun akıl ve ruh sağlığı açısından endişe edilecek bir durumdur.

Gaybı, gizlilikleri, geleceği, kalplerden geçenleri, rahimlerde olanları, doğanları, ölenleri, göklerin ve yerin derinliklerindeki olan, olmuş ve olacak her şeyi, hiçbir istisnâ olmaksızın Allah hakkıyla bilmektedir. Allah’ın, kullarını imtihan ederken gelecekte neler yapacaklarını bildiğini bazı Ayetlerle ispat etmek istiyoruz. Bu konuda, Kur’an’dan bazı deliller takdim edelim:

1-         Gaybı ancak Allah bilir ve dilediği peygamberlerine bildirir: “Gaybın anahtarları, O’nun yanındadır. O’ndan başkası bunları bilemez…” [42], “O, gaybı bilendir. O, kendi gaybını hiçbir kimseye muttali kılmaz. Ancak beğenip seçtiği bir peygamber bunun dışındadır. Çünkü O (Allah), onun (peygamberin) önünden ve arkasından koruyucular gönderir.” [43]

2-         Allah, insanların tüm yaptıklarını ve yapacaklarını kuşatmıştır: Bu konuda üç Ayet hatırlatalım. Birincisi isim cümlesi, ikincisi isim cümlesi üzerine fiil’e benzeyen harflerden olan “inne” edatı, üçüncüsünde de isim cümlesi üzerine nâkıs fiillerden olan “kâne” edatı gelmiştir. Allah, onların tüm yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.” [44], “Şüphesiz Allah, onların tüp yaptıklarını çepeçevre kuşatandır.” [45], “Allah, onların yapacakları her şeyi kuşatıcıdır.” [46]

3-         Yûsuf aleyhisselâm’ın kardeşleri, babaları, Yûsuf’u kendilerinden daha çok seviyor diye, kıskançlıkları yüzünden onu kuyuya attıklarında, Yûsuf’un kardeşlerinin haberi olmadan, Allah Teâlâ ona şöyle buyurmuştu: “Nihâyet onu alıp götürdükleri ve kuyunun dibine bırakmayı ittifakla kararlaştırdıkları zaman, Biz ona: ‘Andolsun ki sen onlara, hiç farkında değillerken, bu yaptıklarını haber vereceksin’ diye vahyettik.” [47]

 Hz. Yûsuf, ileride bu olayı kardeşleri kendisini tanımadıkları bir anda onlara haber verecektir. “Onlar hiç farkında değillerken” buyruğunun anlamı, İbn-i Abbâs’a göre, onlar seni tanımadan ve farkına varmadan, demektir. Zaten Yûsuf Sûresinin 58. Ayeti bu durumu açıklığa kavuşturmaktadır: “Yûsuf'un kardeşleri gelip onun huzuruna girdiler, (Yusuf) onları tanıdığı halde, onlar onu tanıyamadılar.” Katâde’ye göre ise, onlar farkında değillerken, Allah’ın sana vahyetmesiyle, anlamındadır. Yani Allah, bu gaybî müjdeyi Hz. Yûsuf’a, kardeşleri hiç farkında değillerken vahyetmiştir. “Onlar farkında değillerken” buyruğunun anlamı olarak bu iki görüş de doğru denebilir. Ama Ayetin asıl vurgulamak istediği temel anlam; Yûsuf Sûresinin 58. Ayetinin de delâlet ettiği gibi, İbn-i Abbâs’ın görüşüdür. Katâde’nin görüşü ise, vâkıî bir gerçeklik olarak yan anlam olarak kabul edilebilir.

Allah Celle Celâluh: “Andolsun ki seni onlara bu yaptıklarını haber vereceksin” sözüyle, Hz. Yûsuf’a; “içinde bulunduğun durumdan dolayı üzülme; çünkü Allah sana yardım edecek, ikramlarda bulunacak ve dereceni yükseltecek. Sen bu kuyudan çıkacaksın ve kardeşlerinin yaptıklarını, onlar farkına varmadan, kendilerine birbir haber vereceksin” demiş olmaktadır. Rabbimiz, bu sözüyle, kuyunun karanlıklarında ve dar bir ortamda olan Hz. Yûsuf’un gönlünü rahatlatarak ona sebat vermektedir. Allah, kullarını hiçbir zaman ve hiçbir mekanda unutmaz. Her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan Allah, bu Ayetiyle, kullarının gelecekte neler yapacaklarından asla habersiz olmadığını açıkça bildirmektedir.

4-         Rabbimiz, Hz. Nûh aleyhisselâm’ın kavminden, önceden iman etmiş olanlardan başkasının artık iman etmeyeceğini bildirmektedir. “Nûh’a şöyle vahyolundu: ‘Kavminden daha evvel iman etmiş olanlardan başkası asla iman etmeyecektir. O halde, onların işlemekte olduklarından (günahlardan) dolayı üzülme. Gözümüzün önünde ve vahyimizle gemiyi yap, zulmedenler hakkında da Bana bir şey söyleme (Bana yalvarma). Çünkü onlar suda boğulacaklardır.’ ” [48]Bu Ayet, insanların ileride iman edip etmeyeceklerini Allah’ın bildiğinin açık bir kanıtıdır.

5-         Allah, Bizanslıların İranlıları yeneceklerini haber vermektedir: “Elif Lâm, Mîm. Rumlar, (Arapların bulunduğu bölgeye) en yakın bir yerde yenildiler. Onlar, bu yenilmelerinden sonra üç ile dokuz yıl içinde (İranlılara) galip geleceklerdir. Önünde de, sonunda da emir Allah’ındır. O gün mü’minler ferahlayacaklar.” [49]

 M.S. 615’de Bizanslılar, İranlılara yenilmişlerdi. Bu savaş, mecûsi olan İranlılar ile, Hristiyan olan Bizanslılar arasında gerçekleşmişti. Hüsrev Perviz ilk savaştaki galibiyetten sonra, İmparator Herakliyus’a gönderdiği bir mektubunda, bu zaferi mecûsiliğin doğruluğunun bir delili olarak kabul ettiğini söylemekteydi. Mecûsilik inancı temelde müşriklerin inançlarına benziyordu. Müşrikler, Tevhid’i inkâr edip, putlara taparken; mecûsiler de Tevhid’i inkâr ediyorlar, iki ilâhın varlığına inanıyorlar ve ateşe tapıyorlardı. İşte bu nedenle müşrikler, mecûsilerin tarafını tutmuşlardı. Hristiyanların her ne kadar tek tanrı inançları tahrif olmuş olsa da, bir tek Allah inancını dinlerinin temeli olarak görüyorlar, şirk koşsalar da söylem olarak ahirete inandıklarını söylüyorlar vahy ve risâleti hidâyetin kaynağı olarak görüyorlardı. O dönemde Peygamberimize peygamberlik verileli henüz beş altı yıl olmuştu ve İslâm’ın mesajı Arabistanın dışına ulaşmamıştı. O tarihler itibariyle, Yahudiler, Hz. İsa’nın peygamberliğini yalanladıkları için apaçık bir küfür içinde idiler. Oysa İslâm’ın daveti Hristiyanlara tam olarak ulaşmadığı için, Müslümanlar onları, Yahudilerden daha ehven görüyorlardı. Ayrıca genel bir davetin muhatabı olmamış olmalarına rağmen, Hristiyan olan kimseler, Yahudilere nispetle, İslâm’ın davetini daha çabuk kabul ediyorlardı. Bunlardan başka, Hristiyan olan Habeş kralının, kendilerine sığınan Müslümanların tarafını tutup, onları müşriklere vermemesi de, Müslümanların, mecûsilere karşı Hristiyanların tarafını tutmalarının bir diğer nedeni idi. Öte yandan müşrikler, Müslümanlar hakkında dedikodu yaparak: “Bakınız, Hristiyanlar da vahye, risâlete, kitaba ve ahirete inandıklarını söylüyorlar ama vahye ve nübüvvete inanmayan ateşperestlere yenildiler. Demek ki, bu iddialarda bulunan Müslümanlar da aynen bunlar gibi, bâtıl bir davaya inanıyorlar. Eğer risâlet davası hak olsaydı, Allah kendi yolunda olanlara yardım ederdi” diyorlardı. Bu söylentilerden asıl amaçları, Müslümanların davasına zarar vermekti. Müslümanlar, kendileri aleyhindeki bu konuşma ve sataşmalardan çok üzülmüşlerdi. Bu sefer de Bizans’ın yenmesini ve müşriklerin sesinin kesilmesini istiyorlardı. Bunun üzerine Allah, birkaç yıl içinde Bizanslıların galip geleceklerini bildirerek gayb’dan haber verdi. Ayrıca galip gelmenin ya da yenilmenin haklı veya haksız olmanın ölçüsü olmadığını bildirdi: “Bundan önce de, bundan sonra da emir Allah’ındır” buyurdu. Yani ilk savaşta İranlıların galip gelmesi, hâşâ, Allah’ın zayıf olduğu anlamına gelmediği gibi, İranlıların haklı olduğu anlamına da gelmez. İkinci savaşta Bizanslıların galibiyeti de, Allah’ın tekrar mülkünü devraldığı anlamına gelmez. Hakimiyet her zaman Allah’ındır. İlkinde zafer kazanan taraf, Allah kendilerine zafer verdiği için galip gelmişlerdir. Sonradan zafere ulaşacak tarafa da yine zaferi Allah vermektedir. Rabbimiz bu konuyu şöyle ifade etmiştir: “O (zafer ve mağlubiyet) günleri(ni); Biz insanlar arasında döndürür dururuz.” [50] Allah’ın mülkünde ve hükmünde kimsenin ortaklığı yoktur. Yüce Rabbimiz, Rûm Sûresinin üçüncü ve dördüncü Ayetlerinde, Bizanslıların ilk mağlubiyetlerinden sonra, üç ile dokuz yıl içinde İranlılara galip geleceklerini haber vermektedir. Bu Ayetler, Âlemlerin Rabbi olan Yüce Allah’ın gayb’dan her halükârda haberdar olduğuna açık bir delildir.

6-         Kehf Sûresindeki anlatıldığına göre, Hz. Mûsa, Hızır ile yolculuk yapmıştır. Hızır kelimesi Kur’an’da geçmemektedir, Sahîh Hadislerde bu isim zikredilmiştir. [51] Ayette, “kendisine tarafımızdan rahmet verdiğimiz ve katımızdan ilim öğretmiş olduğumuz kullarımızdan bir kul [52] tabiri geçmektedir. Bu seyahat esnasında Hızır aleyhisselâm, bindikleri bir gemiyi deldi [53], karşılaştıkları bir erkek çocuğu öldürdü [54] ve uğradıkları bir kasaba halkından yiyecek istediler, onlar ise kendilerini misafir etmek istemedi. Hızır ise, orada yıkılmaya yüz tutmuş bir duvarı onarıp yükseltti. Bunun karşılığında ücret de almadı. [55] Bütün bunları o, Allah’ın kendisine gabya dair haberler bildirmesiyle yapmıştır. Gemiyi delmesinin nedeni olarak, geminin denizde çalışan yoksullara ait olduğunu ve geminin gittiği yerde sağlam gemileri gasp eden zâlim bir hükümdarın bulunduğunu söylemiştir. Gemide bulunanlar, bu hükümdarın durumunu bilmiyorlardı. Yüce Allah, bu durumu Hızır’a bildirince o da gemiyi delerek onda kusur meydana getirmiştir. Gemiyi delmiştir ki, o zâlim melik, gemiye el koymasın. [56]

 Erkek çocuğu öldürmesinin nedeni olarak ise, bu çocuğun anne ve babasının mü’min kimseler olduklarını ve ileride büyüdüğünde bu çocuğun anne ve babasına azgınlık ve nankörlük ederek, onlara eziyet edeceğini belirtmiştir, Ayrıca Allah’ın, o çocuğun yerine daha temiz, daha hayırlı ve daha merhametli bir çocuk vermesini dilemiştir. [57]

 Tamir ettiği duvarın nedenini ise, oradaki evin duvarının, babaları sâlih bir zat olan iki yetim çocuğa ait olduğunu, duvarın altında, çocuklar büyüyünce sahip çıksınlar diye saklanmış bir hazine bulunduğunu, duvarın erken yıkılıp da hazinenin erken ortaya çıkmasını önlemek için duvarı tamir edip sağlamlaştırdığını söyleyerek açıklamıştır. [58] Hz. Mûsa’nın, iç yüzünü bilmediği için tahammülsüzlük edip, her defasında itiraz ettiği bu üç olayı da Hızır, kendiliğinden yapmadığını açıklamıştır. Bu kıssada Rabbimiz, öldürülmesini emrettiği o çocuğun büyüyünce anne ve babasına azgınlık edip, onları küfre zorlayacağını bilmektedir. Onun yerine vereceği çocuğun da daha temiz ve daha merhametli olacağını biliyor. Delinen gemiyi, arızalı olduğu için zâlim hükümdarın gasp etmeyeceğini, yükseltilen duvarın çocuklar büyüyünceye kadar altında hazineleri gizleyeceğini, o duvar düzeltilmeseydi, hazinelerin ortaya çıkıp başkalarının onu alacağını da bilmektedir. Kendilerine define bırakan o iki yetim çocuğun babalarının sâlih bir zat olması ve o kimsenin Allah katındaki değeri nedeniyle, yetimlerinin mağdur olmaması için Rabbimiz, Hızır’a böyle emretmiştir.

Bu ilginç kıssayı, Allah’ın gaybdan her halükârda haberdar olduğunu ispat etmek adına zikrettik. Bununla beraber meselenin önemli bir yönü daha vardır. Konumuzla doğrudan ilişkili olmasa da, o konu üzerinde bir nebze durmak istiyoruz. O da, Hızır’ın insan mı yoksa melek mi olduğu meselesidir. Bu soruya cevap aramak, “Hızır hayatta mıdır yoksa ölmüş müdür?” sorusu üzerinde yoğunlaşmaktan daha belirleyici olacaktır. Çünkü; Hızır’ın insan mı yoksa melek mi olduğu sorusu karşılığını bulunca, Hızır’ın hayatta olup olmadığı da açıklık kazanacaktır. Hızır’ın insan olduğunu söyleme durumunda, onun vefat ettiğini de kabul etmek gerekecektir. Çünkü Peygamberimiz hayatının sonlarında: “Yüz sene sonra, bugün yaşayanlardan hiç kimse hayatta kalmayacaktır” [59] buyurmuştur. Hızır’ın melek olduğunu kabul ettiğimizde ise, onun şu anda yaşamakta olduğunu da kabul etmiş oluruz.

Alimlerin çoğunluğuna göre, Hızır şu an hayattadır. İmam Buhârî, Ebû Bekir İbnu’l Arabî, Ebû Ya’lâ b. el-Ferrâ gibi bazı alimlere göre ise, Hızır şu an hayatta değildir. Hızır’ın şu an itibariyle hayatta olmadığını söyleyenler, yukarıda zikrettiğimiz Hadis-i Şerif ile Rabbimizin şu buyruğunu delil gösterirler: “Senden önce hiçbir beşere ebedîlik vermedik.” [60] Bu delillere göre; Hızır aleyhisselâm –ister nebî olsun, ister velî olsun- eğer bir insan ise, o vefat etmiştir ve şu an hayatta değildir. Ama o bir melek ise, şu anda hayattadır.

Peygamberimiz:

 يَرْحَمُ اللهُ مُوسَى لَوْ كَانَ صَبَرَ فَقَصَّ اللهُ عَلَيْنَا مِنْ خَبَرِهِمَا

“Allah, Mûsa’ya rahmet etsin. Mûsa sabretseydi de, aralarında geçecek hâdiselerden Allah bize anlatsaydı” [61] buyurmuştur. İmam Buhârî bu Hadis’i, Hızır’ın hayatta olmadığına delil olarak getirmiştir. Bu görüşteki alimler, eğer Hızır hayatta olmuş olsaydı, Rasûlullah’ın böyle bir temennide bulunmasına gerek kalmazdı. Allah, onu Peygamberimizin huzuruna gönderir ve ona hayret verici şeyler göstermesini sağlardı, demektedirler. Fakat bu sözler, Hızır’ın bir insan olma ihtimali üzerine söylenmektedir. Hızır’ın bir melek olması durumunda, insanların bu tür beklentiler içerisinde yorum yapmaları anlamını yitirir. Zaten Allah, Peygamberimize, irâde buyurduğu zaman gabya ait haberler vermekteydi. Rasûlullah’ın bu Hadisteki temennisini de, ikisi arasında geçen hâdiselerle sınırlı anlamak gerekir. Yoksa Peygamberimizi, evrenin işleyişine dair, Allah diledikçe bilgilendirmekteydi. Peygamberimizin, “Mûsa sabretseydi de, aralarında geçecek hâdiselerden Allah bize anlatsaydı” sözünden, o hayatta değildir ya da hayatta olsaydı ben de onunla benzer şeyleri yaşamak isterdim, şeklinde bir anlam çıkarmak zordur.

Aslında Kehf Sûresindeki kıssayı dikkatlice okuyan bir kimse, onun, insanların sorumlu olduğu şeriatle mükellef olmayan farklı bir varlık olduğunu hemen anlar. Her ne kadar ona verilen rahmetin “vahiy ve nübüvvet” olduğunu söyleyen alimler olsa da, onun nebî, rasûl yahut velî olmadığı; bilâkis gerektiğinde insanların canlarını alma ve tabiatteki olayları Allah’ın irâdesine göre düzenleme konusunda yetkili bir melek olduğu ihtimali daha kuvvetlidir. Kaldı ki zaten melekler, her gün ve sürekli şekilde bu işleri yapmaktadırlar… Bütün Peygamberlere vahyedilen İlâhî buyruklar arasında haram olan ve insanların men edildiği bu türden davranışları, İlâhî buyruklara rağmen, bir insanın müstesnâ olarak gerçekleştirdiğini söylemek zordur. Bu kabul edilecek olsa, Kur’an’daki bu istisnâyı, insanlar bazı ilham ve illetlerle genelleştirirler; haramları ve yasakları çiğnemeye başlarlar! Allah ise böyle bir fitneyi murâd etmez. O halde meselenin aslı nedir? Kısaca açıklayalım…

Hızır aleyhisselâm’ın bu yaptıklarının iki tanesi, insanın yaratılışından beri var olan kanunlara aykırı gözüktüğü halde, diğeri olumlu bir davranıştır. Fakat o, bütün bunları “İlâhî emir” doğrultusunda yapmıştır. Ancak buradaki asıl mesele, Hızır’ın bu işleri kimin emriyle yaptığı değil, bu emrin niteliğinin ne olduğudur. Zaten Hızır da, bu işleri kendi yetkisiyle yapmadığını, Allah’ın emriyle hareket ettiğini belirtmektedir. Bu durumda burada önemli bir soru ortaya çıkmaktadır. O da, Hızır'ın insan mı yoksa melek mi olduğu sorusudur. Alimler; bu konuda ihtilâf etmişlerdir. Hızır’ın nebi (peygamber), rasûl, melek ya da velî olduğunu söyleyenler olmuştur. Şu bir gerçektir ki, hiçbir insan kendisine gelen bir ilhâm ya da içgüdüsüyle Şeriat’a aykırı bir amel işleyemez. Çünkü insan, İlâhî emirlere uymak zorundadır. Meselâ, bir kimse kendisine gelen bir ilham yoluyla bir gemiyi korsanların gasp edeceklerini veya bir çocuğun âsî yahut kâfir olacağını bilse dahi, o gemiye zarar veremez ve çocuğu asla öldüremez. Yani ilham, içgüdü, firâset, tahmin, kuvvetli zan yahut benzeri gerekçelerle hüküm verilemez. Hele ki bir kimse asla öldürülemez ve kimsenin malına zarar verilemez. Bir kimse, Hızır’ın -çocuğu öldürme ve gemiyi delme- şeklindeki bu iki fiilini gerekçe göstererek, kendisine gelen ilham sebebiyle bazı fiillerinin meşruluk illetlerinin bulunduğunu iddia etse bile, bu davranışlar suçtur! Zira meselemiz, Hızır’ın kimin emriyle hareket ettiğinden çok, o aldığı emirlerin niteliği yani onun nasıl bir varlık olduğudur. Rabbimiz, Hızır hakkında, “katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve tarafımızdan kendisine bir ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kul” [62] ifadesini kullanmıştır. Hızır da: “Bunları ben kendi işim (görüşüm) olarak yapmadım” [63] diyerek, kendisine verilen emir istikametinde hareket eden bir kul olduğuna dikkat çekmektedir. Yani o kendi kararıyla hareket etmemiştir. Bir insanın kendisine gelen bir ilham ile insanları öldürebilmesi ve onların mallarına zarar verebilmesi doğru kabul edilecek olursa, bu çok büyük bir fesâda yol açar. Hiçbir gerekçe ve illet, Allah’ın hükümlerinin aksine bir davranış şeklini insanlara helâl kılmaz. Dolayısıyla Hızır’ın insan yani veli olduğu da iddia edilemez. Onun nebi ya da rasûl olduğu görüşleri de oldukça zorlama te’villere dayanmaktadır. Hz. Mûsa’nın ulu’l azm peygamberlerinden, kitap ve şeriat sahibi bir rasûl olduğu düşünülürse, bu daha iyi anlaşılacaktır. Onun risâleti döneminde, kendisine Allah tarafından Tevrat ve müstakil bir Şeriat verilmişti. Bir insanın, o dönemde cârî olan Şeriat'ın hükümlerine muhâlefet etmesi düşünülemez. Kaldı ki bir kimsenin malına ve canına meşru bir gerekçe olmadan, sadece bir ilham ile kastetmek, insanlık tarihi boyunca büyük bir suç kabul edilmiştir. Bu hâdisenin, bir istisnâ olduğunu söylemek de mümkün değildir. Çünkü bu durumda bu olay tek istisnâ olmaktadır. Dolayısıyla Hızır’ı insanlar için geçerli yasalarla sorumlu bir insan olarak düşünme imkânı kalmamaktadır.

Hz. Mûsa’ya Rabbimizin lütfettiği nimetleri ve onun faziletini bilmeyenler, Hızır’ın Hz. Mûsa’dan üstün olduğunu iddia ederler! Oysa bu konunun anlaşılması için, şu Ayet yeterlidir:

“(Allah): ‘Ey Mûsa, Ben risâletlerimle ve (seninle) konuşmamla seni seçip insanlara üstün kıldım. Şimdi sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol’ buyurdu.” [64]

Rabbimiz bu Ayette, Hz. Mûsa’ya verdiği risâlet ve kendisiyle konuşması nimetiyle, onu insanlar üzerine seçip üstün kıldığını bildirmektedir. Dolayısıyla bu Ayeti dikkate aldığımız zaman, Hızır’ın nebi ya da rasûl olması ihtimali zayıflamaktadır. Çünkü bir kimse peygamber de olsa, o dönemde Hz. Mûsa’nın Şeriat'ına uymak zorundadır. Fakat Hızır’ın bırakın şeriat’a uymayı, insanlar için bağlayıcı olan genel İlâhi yasalara dahi riâyet etmediğini görmekteyiz. Bu da, onun insan olmadığı sonucunu beraberinde getirmektedir. Bu Ayeti, Hafız İbn-i Kesîr rahımehullâh şöyle açıklamaktadır: “Burada Allah Teâlâ, Hz. Mûsa’ya hitabını zikrediyor. Onu, risâleti ve kendisiyle konuşmasıyla zamanının âlemleri üzerine seçip üstün kılmıştır. Şüphesiz ki Hz. Muhammed, öncekilerden ve sonrakilerden bütün Âdemoğlunun efendisidir. Bu sebepledir ki Allah, onu nebilerin ve rasûllerin sonuncusu yapmıştır. Onun Şeriatı kıyamete kadar devam edecektir. Ona tâbi olanlar, diğer bütün nebilerin ve rasûllerin tâbilerinden daha çoktur. Şeref ve fazilet bakımından ondan sonra İbrahim Halîl aleyhisselâm gelir. Sonra da Rahmân’ın Kelîm’i (konuştuğu) Mûsâ b. İmrân aleyhisselâm gelir.

Bu nedenle Allah ona şöyle buyurmuştur:

 فَخُذْ مَا آتَيْتُكَ وَكُنْ مِنَ الشَّاكِرِينَ

‘Sana verdiğim (kelâm ve yakarışları) al ve buna şükredenlerden ol (benden gücünün yetmeyeceği şeyleri isteme.’ “ [65]

Allah’ın kendisine bahşettiği bir üstünlük ile zamanının âlemlerine tafdîl edilen, -İbn-i Kesîr’in de belirttiği gibi- sayıları beş tane olan ulu’l azm peygamberlerinin fazilet bakımından üçüncüsü olan bir Rasûlden, kendi zamanında yaşayan bir peygamberin ya da bir insanın daha üstün olduğunu söylemek gerçekten mümkün değildir. Hızır’ın, Hz. Mûsa’dan üstün olduğunu ancak câhiller iddia edebilir! Burada önemli bir noktaya daha temas edelim. Bazı zındıklar, Hızır’ın insan olduğu varsayımından hareketle, İslâm Şeriat'ının hükümlerini yıkacak bir yöntem öne sürmüşlerdir. Onlar demişlerdir ki: “İslâm’ın hükümleri zekâ ve ilim seviyesi düşük avam kimseleri bağlar. Evliyâ ve seçkin kimselerin ise İslâm’ın ahkâmına uymalarına gerek yoktur. Onlar yalnızca kalplerine doğanlara uyarlar ve onlara göre hüküm verirler. Nitekim Hızır da kalbine doğan ilimler sebebiyle, Hz Mûsa’nın Şeriat'ından müstağni olmuştur. Peygamberimizin, ‘Gönlüne sor, kalbine danış’ [66] Hadisi de bunun delilidir” demişlerdir! Bu görüşler, Bâtıniyye fırkasının zındıklarının görüşlerdir! Bâtıniyye; Kur'an-ı Kerim'deki Ayetlerin ve Hadis-i Şeriflerin zâhir ve âşikâr manalarından ayrılarak, usûlsüz ve bâtıl te'viller ile Ayet ve Hadislerin gizli ve sırlı manalarını bulmak iddiasında olan sapık bir ekoldür. Bu insanlar genelde, Hızır’ın evliyâ’dan bir insan olduğunu ve Allah’ın onun kalbine ilham yoluyla ‘ilm-i ledün’ verdiğini söylerler. ‘Ledün ilmi’ denen şeyin de, Şeriat'ın belirlediği esaslardan üstün olduğunu iddia ederler, dolayısıyla da havâss (seçkinlerin ve evliyâ'nın) Şeriat’a değil, bâtınî ilimlere uyması gerektiğini savunurlar! Bu sapık iddialar, tarih içerisinde bazı kimseleri, ‘veliler, nebilerden üstündür’ safsatasına kadar götürmüştür. Bâtınîciliği yol edinmiş bu sapık tarikat mensuplarının “Şeriat’ın esasları, aklı ve zekası az olan halk kitlelerini bağlar, seçkinleri değil” şeklindeki sözleri, ateistlerin “din, câhil halk kitlelerini kontrol etmek için uydurulmuştur” şeklindeki sözlerine ne kadar da benzemektedir! Ya da ateist olan Karl Marx’ın: “Die Religion ist das opium des volkes” yani “Din, halkların afyonudur” sözü ile Bâtınîlerin dedikleri arasında, ne kadar fark var dersiniz! Bu sözler farklı amaçlarla söyleniyor olsa da, sonuçta Şeriat’ın mutlak bağlayıcılığı inkâr edilmektedir. Sapıklık ile dinsizlik arasında ne kadar sıkı ilişki olduğu aşikârdır!

Kehf Sûresinin 65. Ayetindeki: وَعَلَّمْنَاهُ مِن لَّدُنَّا عِلْمًا “Ve Biz ona katımızdan bir ilim öğrettik” ifadesini bazıları, ‘ilm-i ledün’ diye müstakil bir ilim olarak anlamışlardır. Bu ilim; okumadan, çalışmadan, doğrudan ilham ya da vahiy yoluyla elde edilen ve bir işin gizliliklerini, sırlarını, sebeplerini bildiren ‘bâtınî ilim’ olarak yorumlanmıştır. Bu yorum şekli, gerçekten çok zorlama bir te’vildir. Haddizâtında Ayetteki o ibâreden teknik olarak böyle bir anlam çıkarmak da mümkün değildir. Mezkûr Ayette bahsedilen, Allah’ın katından öğretilmiş ilimdir. İlim zaten Allah katından gelir. Her şeyin iç yüzünü bilmek ve gaybdan haberdar olmak şeklinde kimseye müstakil bir ilim bahşedilmemiştir. Bu sözler insanları, Şeriat'ın hükümlerini terk etmeye, hevâ ve heveslerine uymaya sevk eder. Allah, peygamberlerine gerek helâl ve haram hükümleri ve gerekse gabya ait bir takım bilgilere dair vahiyler göndermiştir; onlar da, sorumluluk alanlarıyla alakalı olan bu ilmi öğrenip, ona göre vazifelerini icrâ etmişlerdir. Bu ilim, bazen Hızır kıssasında olduğu gibi gabya dair bilgiler olur, bazen de peygamberlere vahyedilen tüm Şeriat'ın esasları ve gelecekle ilgili havâdislerden olur. Bunların hepsi de, Allah katındandır. Biz –Müslümanlar-, Allah’ın gönderdiği Kitab-ı Kerîm’ine ve Peygamberimizin Sünnet-i Seniyye’sine uyarız, bâtınî fikir ve felsefelere uymayız! Hızır’ın, bâtınî ilimle hareket ettiği söylenirse, deriz ki; Hızır, Allah’ın emrettiklerini yapmakla mükellef olan bir melek idi, insanları bağlayıcı olan yasaları gizli ilimlerle çiğneyen bir insan değildi! Allah Teâlâ, Hızır kıssasını, -sözde gizli ilimler elde etme iddiası ile- gönderdiği buyruklarını insanlar çiğnesinler diye anlatmamıştır! İnsanlığın elde edeceği gizli ilim yoktur! Allah, bizim muhtaç olduğumuz hakikatleri bizden gizlememiştir; son elçisi vasıtasıyla bildirmiştir. İnsanların uymakla mükellef oldukları, Şeriat’ın zâhir ve açık hükümleridir. Şeriat’ın ardında, Şeriat ahkâmına zıt anlamlar uydurup, bunların ‘gizli ilim’ olduğunu söylemek küfürdür!        

Hızır’ın, melek olması gerektiği görüşünü açıklayalım. Öncelikle şunu ifade edelim ki; melekler, insanların sorumlu olduğu helâl ve haram sorumlulukları ile sınırlanmazlar. Melekler, Allah’a asla karşı gelmeden, O’na itaat ederler:

“Onlar, kendilerine verdiği emirlerde Allah’a isyan etmezler. Ne emir olunurlarsa onu yaparlar.” [67], “Onlar, üstlerindeki her hususta hâkim olan Rabblerinden korkarlar ve emrolunduklarını yaparlar.” [68]

Kur’an’da, Hızır’ın insan olduğu söylenmemiştir. “Kullarımızdan bir kul” denmiştir. Hadislerde de Hızır’dan insan olarak bahsedilmemiştir. Sahih bir Hadis’te, Hızır için “racül” (adam) kelimesi kullanılmıştır. [69] Bu kelime genelde insanlar için kullanılmasına rağmen, Hızır için de kullanılabileceği ortaya çıkmaktadır. Rabbimiz, “racül” kelimesini cinler için de kullanmıştır: Şu da gerçek ki, insanlardan bazı adamlar (ricâl), cinlerden bazı adamlara/kimselere sığınırlardı. Bununla da onların azgınlıklarını artırırlardı.” [70] Demek ki Kur'an'da "racül/adam" kelimesi yalnızca insan için kullanılmamaktadır.

Kur’an, Hızır için “kul” kelimesini kullanmıştır. Kur’an’da bu kelime çeşitli yerlerde melekler için de kullanılmıştır. [71] Ayrıca insanlara gelen bir melek ya da cin, tam bir insan (beşer) sûretinde görünür. Görünüşü insan sûretinde olduğu için de “beşer” adını alır.

“…Derken Biz ona (Meryem’e) Rûhumuzu (Cebrâil’i) gönderdik. Ona tam bir insan sûretinde göründü.” [72]

Hz. İbrahim, Lût kavmini helâk etmek üzere emir almış olan, oraya varmadan da kendisine çocuk müjdesi vermek üzere gelen insan sûretindeki melekleri ilk anda tanıyamamıştı da, yoldan geldikleri için acele olarak önlerine sofra hazırlamış ve onlara kızartılmış buzağı ikram etmişti. Hûd: 69. Ayet; yoldan gelen bir kimseye, “aç mısınız?”, “yemek hazırlayalım mı?” diye sormadan, teklifsiz olarak sofranın hazırlanması gerektiğini göstermektedir… Hz. İbrahim, misafirlerine kızartılmış buzağı ikram etmişti ama onlar insan olmadıkları için yemeğe ellerini uzatmadılar. Hz. İbrahim ise, onların ellerini yemeğe uzatmadıklarını gördüğü zaman endişelenmişti. Arap geleneklerinde bir misafirin ağırlanmayı reddetmesi, onun dost olarak gelmediğini belki yağmacı olduğuna işaret kabul edilirdi. Fakat onların “korkma; biz Lût kavmi için gönderildik” [73] sözlerinden anlaşılmaktadır ki, Hz. İbrahim onların melek olduğunu anlamıştı. Bundan dolayı da endişelenmişti; çünkü melekler, bir kimseyi ya da toplumu suçları nedeniyle cezalandırmak için geldiklerinde insan sûretinde gelirler. Hz. İbrahim bu durumu bildiği için, onların ya kendi kavmi ya da yakınlarında bulunan Lût kavmini cezalandırmak için geldiği sonucuna varmıştı. Ama melekler, korkmamasını, kendisi ve kavmi için gelmediklerini, Lût kavmi için geldiklerini söylemişlerdi. Hz. İbrahim, orada kardeşinin oğlu Lût’un da olduğunu söyleyince, onlar: “Biz, onu ve –karısı dışında- ailesini elbette kurtaracağız” dediler. [74] Melekler, İbrahim’e, İshâk’ı ve İshâk’ın ardından da İshâk’ın oğlu Yakub’u müjdelediler. [75] Lût kavmini helâk etmek için gelen melekler, genç ve yakışıklı erkekler sûretinde gelmişlerdi. Bu nedenle de onlar, Lût’un kavmine vardıklarında, şehir halkı sevinerek Hz. Lût’un evine geldiler. [76] Son anlarına kadar azgınlık düşünen ve azgınlık peşinde koşan bu kavmi, sabah güneş doğarken korkunç bir çığlık yakaladı. Derhal Allah, oranın altını üstüne getirdi ve üzerlerine taş yağdırarak onları helâk etti. [77]

Bu olayda da görüldüğü gibi, insan sûretinde geldiği zaman, ilk anda Hz. İbrahim bile melekleri tanıyamamıştı, hatta onların aç olduklarını düşünerek önlerine sofra sermişti. Fakat meleklerin hallerinden ve yemeğe ellerini uzatmamalarından onların melek olduklarını sonradan fark etmiş; bir kimseyi ya da bir kavmi helâk etmek için geldiklerini anlayarak çok korkmuştu. Çünkü melekler, insan sûretinde geldiklerinde genelde Allah’tan almış oldukları şiddetli bir azap emri ile gelirler. Hz. İbrahim bile kendisine gelen melekleri ilk anda insan sandığına göre, Hızır kıssasında bahsi gelen “Allah’ın kullarından bir kul” olan Hızır’ı ilk anda insan sanmak gayet normaldir. Ama olayın tahkikâtına indiğimiz zaman, onun insan değil, melek olduğunu anlarız. Çünkü Hızır’ın yaptığı iki şey, Allah’ın insanlık tarihi boyunca bütün şeriatlarda insanlara haram kıldığı durumlardır. Şeriat'ın esasları da, ne ilham, ne firâset ne aklî gerekçelerle ne de bâtınî illetlendirmelerle mubah olur! Tüm insanlar mutlak anlamda Allah’ın Şeriat’ına uymakla mükelleftirler. Sınırlarını Allah’ın belirlediği bu yasaları hiçbir insan ne şekilde olursa olsun, çiğneyemez. Ama meleklerin durumu insanlardan farklıdır. Onlar; yaratılışları ve sorumluluk alanları, Allah’tan aldıkları emirler ve yaptıkları fiiller itibariyle, biz, insanlardan farklıdırlar. İnsanların uymak zorunda oldukları helâl ve haram esasları onları sınırlandırmaz. Onların, tabiat olaylarını düzenleme ve eceli dolanların canlarını alma gibi, Allah’a karşı pek çok sorumlulukları vardır. Onlar, Allah’tan aldıkları bu emirlere asla karşı çıkmadan itaat ederler ve neyle emrolunmuşlarsa ancak onu yaparlar.

Hadis-i Şerif’te anlatıldığına göre, Hz Mûsa, İsrâiloğullarına hutbe verirken, kendisine “insanların en alimi kimdir?” diye sorulduğunda: “en alim benim” demişti. “Allah en iyi bilendir” diye, ilmi Allah’a döndürmediği için, Allah onu azarladı. Ve “iki denizin birleştiği yerde benim bir kulum var, o senden daha alimdir” buyurdu. Böylece bilinen Hızır ve Mûsa kıssası gerçekleşti. [78] Rabbimiz: “her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen vardır” [79] buyurmaktadır. İnsan, bu gerçeği unutmamalıdır. Hz. Mûsa’nın kendisini “en alim” olarak ifade etmesinden Allah hoşnut olmamıştır. Meselenin şu boyutuna da dikkat çekmek isteriz. Hz. Mûsa’ya, insanların en aliminin kim olduğu sorulduğunda, beş tane ulu’l azm peygamberinden birisi olan, kendisine Şeriat verilen bir peygamber olarak, o da: “en alim benim” diye düşünmüş ve söylemişti. Aynı şekilde bir insana, “Hz. Muhammed döneminde insanların en alimi kimdir?” diye sorulsa, “Hz. Muhammed” demeye meyleder değil mi? İşte Hz. Mûsa da bir anda bu hataya düştü ve kendisinin en alim kimse olduğunu söyleyiverdi. Oysa Allah, kullarının “en alim benim” sözlerinden hoşlanmaz; onların “Allahu A’lem: Allah en iyi bilendir” demelerini ve ilmi, O’na döndürmelerini ister. Bu, bir taraftan da Allah’ın emrettiği ve razı olduğu tevazunun ve takvâ’nın bir gereğidir. Allah, bu konuşmada, ilmin nefse nispet edilmesini tenkit etmektedir. Burada odaklanılması gereken şey; “insanların en alimi kimdir?” sorusunda ‘insanlar’ ifadesi değildir. Allah tarafından, Hz. Mûsa’nın en alim kimse olmadığına dair cevap niteliğinde gösterilen örnek şahsiyetin mutlaka insan cinsinden olması gerekmez. Çünkü Allah’a göre, insan olsun, cin olsun, melek olsun hepsi de “kul”dur. Zaten bu nedenle, Hızır’dan bahseden Ayette, “kullarımızdan bir kul” tabiri kullanılmıştır; ‘insan’ denilmemiştir. Allah’ın Rasûlü olması nedeniyle, velev ki Hz. Mûsa o dönemdeki insanlar içinde en alim kişi bile olsa, insanlar açısından “ben alimim” sözünün çirkinliğini Allah, bu kıssa ile ortaya koymak istemiştir. Peygamberimizin Hadislerinde de: “Kim ben alimim, derse; o, câhildir” [80] buyrulmuştur. İnsanları kibre götüren, tevâzuyu yok eden, bir anlık Allah’ın ‘el-Alîm’ olduğundan gaflete sevk eden bu fiilin yanlışlığını Yüce Allah, peygamberinin şahsında göstermek istemiştir. İnsan ne kadar alim olursa olsun, insanlar, cinler ya da melekler arasında mutlaka kendisinden daha ilim sahibi kimse bulunur. Bir kimsenin her şeyi bilmesi imkânsızdır. Her ilim sahibine, o ilmi bahşeden ise Allah’tır. Bu sebeple bir yerde, bir dönemde insanlar arasında ilmi en ileri seviyede olsa dahi, bir kimsenin “ben alimim” veya “en alim benim” tarzındaki sözlerden sakınması gerekir. Çünkü muhakkak olan şudur ki, o mekanda değilse de başka mekanlarda, o zamanda değilse de başka zamanlarda, insanlar arasında değilse de melekler arasında, bir kimseden daha iyi bilen kimseler mutlaka bulunur. İlmin kaynağı olan Allah bu nedenle ilmin kendisine döndürülmesini, Ayetlerde geçtiği gibi, “Allah daha iyi bilir” denmesini istemektedir. Her şeyin en doğrusunu Allah bilir.

İşte Rabbimiz, Hz. Mûsa’ya kendisinden daha bilgili bir kimse olduğunu göstermek için, onu Hızır ile buluşturdu ve onunla yolculuk ederek bazı durumlara şahit olmasını istedi. Melekler, kendi görev alanlarında insanlardan ve peygamberlerden daha bilgilidirler. Çünkü onlar, insanların bilmediklerini Allah’ın bildirmesiyle bilirler ve böylece vazifelerini tam olarak yerine getirirler. Hızır’ın melek olduğunu, onun, “doğrusu sen benimle beraber olmaya asla dayanamazsın” [81] sözünden de anlayabiliriz. Bu sözden; Hızır’ın sorumluluk alanında yapacakları işlerinin, bir insanın sorumluluk alanıyla ve ilmiyle anlayamayacağı, kabullenemeyeceği ve tahammül edemeyeceği cinsten olduğunu anlıyoruz. Aslında Hızır aleyhisselâm’ın bu sözü, kendisinin insan cinsinden olmadığı ve insanların sorumlu oldukları sınırlarla sınırlı olmadığı hakkında da ciddi bir karînedir. Bu yolculuktan önce Hızır, Allah’ın Rasûlü Hz. Mûsa’nın kendisine açıklama yapmadıkça hiçbir konuda kendisine soru sormamasını istemiştir. Hz. Mûsa da, inşâAllah sabredeceğini söylemiştir ama Hızır’ın her yaptığına karşı çıkmıştır. O da: “Ben sana benimle olmaya asla dayanamazsın demedim mi, demiştir.” [82] Ve: “İşte bu, benimle senin ayrılışımızdır” [83] diyerek, Hz. Mûsa’nın sabretmeye güç yetiremediği şeylerin iç yüzlerini haber vermiştir. Bu kıssada Hz. Mûsa’ya, bilgisi dışında vuku bulan bazı gerçeklerden haberler verilmiştir. Gerçek ilim sahibinin Allah olduğu, gaybı ancak Allah’ın bildiği, bildirdiği, kendisine bir konuda ilim öğretilen kimselerin de, diğerlerine nispetle ilim sahipleri oldukları gösterilmiştir. Bu kıssa; meleklerin dünya işlerinde sorumluluk alanlarında vazifelerini icrâ ederlerken yaptıkları işlerden bir kesit sunmaktadır. Yani dünyanın görünmeyen tarafında bu türden hâdiseler yaşanmaktadır. Bütün bunlardan sonra, Hızır’ın bir melek olduğunu söyleyebiliriz.

Bu açıklamalardan sonra, Hızır hakkındaki bir yanlışı da düzeltelim. Bazıları, Hızır’ın ölümsüz bir insan olduğunu, dünyanın bir ucundan diğer ucuna bir anda gidebildiğini, darda kalanlara yardım ettiğini iddia ederler. Bu konuda “kul sıkışmayınca Hızır yetişmez” diye, bir söz bile uydurmuşlardır. Bu sözleri söyleyenlere, “nasıl olur!” diye itiraz ettiğimiz de ise; “şeytanın, kıyamete kadar yaşayacağına ve bir anda dünyanın öteki ucuna gidebildiğine şaşırmıyorsun da, Hızır’ın durumuna mı şaşırıyorsun?” diye cevap verirler. İyi de, şeytan hakkındaki o durumlar, Nasslarla sabittir. Hızır hakkındaki bu iddialar ise, Nasslara dayanmıyor! Hiç fâsid kıyas ile hakikat ortaya çıkar mı? Hızır üzerinden bu iddiaları ortaya atanlar, “Allah dostu” dedikleri kimselerin, bir anda dünyanın öbür ucuna bile gidebildiklerini, darda kalanlara yardıma koştuklarını hatta aynı anda birkaç yerde bile bulunabildiklerini söylemeye çalışıyorlar. Hızır’ın, Peygamberimizin yanına geldiğine ve onunla birlikte savaştığına dair bazı menkıbelere gelince; bu konuda sahih hiçbir rivâyet bulunmamaktadır. Hz. Hızır’ın Allah dostu bir velî olduğunu ısrarla söyleyen sûfîlerin maksatları; onun darda kalanlara yetişen, gizli ve gizemli bir kahraman olduğunu savunmaktan ibârettir. Fakat biz, yukarıda delilleriyle özetlemeye çalıştığımız gibi, Hızır’ın melek olduğunu düşünüyoruz. Her şeyin en doğrusunu ancak Allah bilir. 

7-         Rabbimiz, Hz. İbrahim’e sâlihlerden bir peygamber olmak üzere İshak’ı [84], İbrahim’in karısına İshak’ı ve onun ardından da İshak’ın oğlu Yakub’u [85], Zekeriyya’ya Yahya’yı [86], kocası olmayan Hz. Meryem’e, adı ‘Meryem oğlu İsâ Mesih’ olan bir erkek çocuğu [87] müjdelemiştir. Hz. İsâ da, Allah’ın kendisine bildirmesiyle, kendisinden beş yüz küsur sene sonra gelecek ve adı ‘Ahmed’ olan bir peygamberi müjdelemektedir. Hızır kıssasında da kısmen bahsettiğimiz gibi, Yüce Rabbimiz, bir çocuğun mü’min olan anne ve babasının imanına zarar vereceğini ve o çocuktan sonra o ailenin daha sâlih bir çocuklarının olacağını [88], yoksullara ait olan geminin gasp edileceğini [89] biliyor, o adamların gemilerine el konulmaması için, Hızır’ın gemiye delik açıp onu kusurlu hale getirmesini emrediyor. Yüce Allah, bu durumda o gemiye kimsenin dokunmayacağını da bilmektedir. Hızır’ın kim olduğu ve kendisine verilen İlâhî emrin mâhiyeti hususunda yukarıda açıklama yaptık. İşte bunlar, Kur’an’ın bildirdiği gaybî haberlerdendir. Allah, kullarının geleceğini, onların çocuklarının olacağını; bu çocukların şakî (günahkâr, bedbaht, cehennemlik) mi yoksa saîd (sâlih, cennetlik) mi olacaklarını bilmektedir. Allah, Hz. İsâ’ya beş yüz küsur sene sonra gelecek âhir zaman peygamberini müjdeliyor ve geleceği biliyor da, kullarının birkaç dakika sonra ne yapacaklarını veya birkaç sene sonra kiminle evleneceklerini bilmiyor mu?

Allah, gaybı; görüneni görünmeyeni, gizli açık, rahimlerde, kalplerde, karanlıklarda, göklerde, yerde, yerin ve denizlerin derinliklerinde, geçmiş, şimdi ve gelecek her şeyi eksiksiz olarak ve hakkıyla bilmektedir.

“Göklerin ve yerin Rabbi, Arş’ın Rabbi (o müşriklerin) niteleyegeldiklerinden münezzehtir ve yücedir.” [90] 

 Yusuf Semmak


[1] Ahir zamanda bulunduğumuz için maalesef ki günümüzde her türlü fitne bulunabilmektedir. Hatta öyle ki, insanın işittiğinde dehşete kapıldığı görüşler bile yüksek sesle dile getirilmektedir. Onlardan birisi de; “Allah gaybı bilmez” şeklindeki küfür sözdür! Bu sözü, mealci bazı şahsiyetler söylediği için, kendilerine Kur’an referanslı cevap verdik.

[2] Mealcilik; bir kimsenin kendi ana dilinde yazılmış Kur’an meallerine, İlâhî irâdeye zıt anlamlar yükleme işidir. Bunu yapanlar, Ayetlerin anlamı olarak sunulan cümleler üzerinde düşünerek, o cümlelere kendilerince anlamlar yüklerler ve kişisel yorumlarına dayanan bu anlamları detaylandırarak ortaya bir hüküm koyarlar; “şu helâldir, şu da haramdır” derler… Bu açıkça Ayetleri tahrîf etmek, Allah’a ve O’nun Ayetlerine iftira etmek demektir. Kur’an’ı kabul ettiklerini söyleyen bu kimseler için, sakındırıcı olması ümidiyle bazı Ayetleri hatırlatmak istiyoruz: “Onlardan gerçekten öyle bir zümre vardır ki, siz onu kitaptan sanasınız diye (okuyormuş gibi) kitap ile dillerini eğip bükerler. Halbuki o, kitaptan değildir. ‘Bu, Allah katındandır’ derler; halbuki o, Allah katından değildir. Ve onlar Allah’a karşı bile bile yalan söylerler.” (Âl-i İmrân: 78) Bu Ayet, her ne kadar Ehl-i Kitap hakkında inmiş olsa da, bizim açımızdan da bu çirkin fiilden sakındırma söz konusudur. Tahrîf; birçok şekilde olabilir. Bizden önceki toplumlarda yaygın olan şekli, kelimelerin yerlerini değiştirmek şeklindedir.

Rabbimiz şöyle buyuruyor:

 يُحَرِّفُونَ الْكَلِمَ عَنْ مَوَاضِعِهِ

“…Onlar, kelimeleri (Allah tarafından) konulan yerlerinden değiştirirler (tahrîf ederler)…” (Mâide: 13)

Asıl tahrîf de zaten budur. Yani bir cümledeki önemli kavramı, ıstılâhı ya da herhangi bir kelimeyi atıp yerine başka bir kelime koyarsanız, o cümlenin anlamı bozulacaktır. Hamdolsun ki, Kur’an’ın kelimelerinin değiştirilmesi ihtimâli yoktur. ‘Kelime tahrifâtı’ bizden önceki kavimlerde bulunmakta idi. Günümüzde ise tahrîf’in en yaygın şekli, Ayetlerin anlamlarını bozmaktır. Ayetlere, Allah’ın murâdına zıt manalar vermektir. Bazı Ayetleri kişisel inançlara uymuyor diye, gündeme getirmeyerek ve görmemezlikten gelerek onların insan hayatındaki fonksiyonunu iptal etmektir. Ayetleri gizlemek ile bazı Ayetleri görmemezlikten gelmek arasında ciddi bir ilişki vardır. Bazı insanlar, Kur’an okurlarken, Tevhid, şirk, küfür, irtidâd, tâğût, cihâd, kısas, şeriat, miras hükümleri ve hadd cezaları gibi konulardan bahseden Ayetlere gelince, dillerini eğik bükerek, âdeta ne dedikleri anlaşılmayacak şekilde mırın kırın ederek bunları geçiştirirler. Bu meselelerden habersiz insanlar da, bu Ayetlerin mesajı hakkında bir şey anlayamazlar. İşte bu da tahrîf’tir! Demek ki, Ayetleri ketmetmek ile tahrîf etmek, birbirinden kopuk kavramlar değildir.

Rabbimiz, murâdına aykırı hükümler uyduranlar hakkında şöyle buyurmaktadır: “Dillerinizin yalan yere niteleyegeldiği şeyler için: ‘Şu helâldir, şu da haramdır’ demeyin. Çünkü (o zaman) Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Şüphesiz Allah’a karşı yalan uyduranlar iflâh olmazlar.” (Nahl: 116) Başka bir Ayette de şöyle buyrulmaktadır: “De ki: Allah’a karşı yalan söyleyip iftirâ edenler asla kurtulamayacaklardır.” (Yûnus: 69)

Önemine binâen, başka bir tahrifât çeşidine dikkat çekmek isiitiyoruz. Günümüzde ilmi olmayanların yaygınlaştırmaya çalıştıkları şeylerden bir tanesi de, Kur'an'ın orijinal seslendirmesinin Türkçe ya da başka dillerin alfabesiyle yazılması durumudur ki, bu apaçık Ayetleri tahrif etmek demektir! Bahsettiğimiz şey, Kur’an’ın mealinin yapılması değildir. Kur’an’ın, farklı dillerde meallerini yazmak câizdir. Hatta bir ihtiyaçtır. Tahrifât kapsamında bahis mevzuu ettiğimiz durum, Kur’an’ın Latinize edilmesidir. Yani Ayetlerin seslerini Latin alfabesiyle yazıp, “Latinize Kur’an” olarak piyasaya kitaplar sürmektir! Bu, asla caiz değildir!

Çünkü, Arapça'daki bir takım harfler öbür dillerde bulunmamaktadır. Örneğin; Arapça'da sesli harf bulunmaz; o sesler harekelerle elde edilir. Arapça’da “ç, j, p” gibi harfler de yoktur. Türkçe'de de, Arapça'daki bazı harfler bulunmamaktadır. Peltek se (ث), peltek ze (ذ), hı (خ), dad (ض), ayn (ع) gibi. Arapça'daki diğer sesleri, Türkçe'deki ünlü harfler yardımıyla elde etmek mümkündür. Arapça’da, ze (ز), ha (ح), tı (ط), zı (ظ) gibi harfler, seslerin ağızdan çıktıkları yerler açısından, Türkçe’de tam olarak olmasa da, Türkçe’deki sesli harfler yardımıyla bu harflerin yaklaşık seslendirmelerini elde edebiliriz. Dolayısıyla Latinize edilmiş Kur’an okuyanlar için şu tehlikeli bir sonuç ortaya çıkmaktadır: Arapça bilmeyenler ya da Arapça’yı okuyamayanlar, Ayetlerin Arapça aslında yer alan pek çok harfin okunuşunu da bilmedikleri için, Allah’ın Ayetlerini kendi bildikleri dil'e göre okuyup seslendireceklerdir. Bu okuyuş da, o Ayetlerin hem metnini, hem de manasını bozup, tahrif edecektir! Piyasada, Kur’an’ın orijinal metnini, Latince sözcükler kullanılarak yayımlanmış kitaplar bulunmaktadır. O kitaplara para vermek câiz değildir, bunun ötesi, tahrifâtçılığa destek olmaktır! Bu tür taşkınlıklardan itina ile sakınılması ve bu konuya duyarlılık gösterilmesi gerekmektedir.

Mâide: 13. Ayette bahsedilen, “kelimeleri yerlerinden değiştirmek” ifadesiyle sakındırılan şeyi, Ayetin Arapça metnini telaffuz ederken, “dili eğip bükme” şeklinde, zaman zaman denemeye çalışan insanlar olmuştur.

Üstad Mevdûdî, Âl-i İmrân Sûresinin 78. Ayetini tefsir ederken, bu konuda şu örneği vermektedir: Mesela, Peygamberimizin insanüstü niteliklere sahip olduğunu iddia edenler, Kehf Sûresinin 110. Ayetini, قُلْ إِنَّمَا أَنَا بَشَرٌ مِّثْلُكُمْ  telaffuz ederken değiştirerek,
 
قُلْ إِنَّ مَا أَنَا بَشَرٌ مِّثْلُكُمْ şeklinde okumuşlardır. Birinci ve doğru okuyuşun anlamı: “De ki: Ben de ancak sizin gibi bir beşerim” demektir. Halbuki ikinci okuyuşta anlam tahrîf edilmektedir: “De ki: Muhakkak ben sizin gibi bir beşer değilim” şeklinde bir manaya çekilmektedir. Ne şekilde olursa olsun, Ayetlerin anlamlarını değiştirmek küfürdür!

Az önce açıklamalarımızda geçen, مَا أَنَا بَشَرٌ “ben bir beşer değilim” cümlesinin Nahv ilmi açısından i’râbı hakkında bir nebze durmak istiyoruz.

Aslında pek çoğumuz, bu cümlenin مَا أَنَا بَشَرًا şeklinde olması gerektiğini biliriz. Sibeveyh ve Halîl’in görüşü de olan bu irâb şeklini kısaca açıklayalım. “Mâ” nefy edatı, isimlerden önce gelişinde –Hicâzlılara göre- ismini ref’, haberini nasb eder. Mâ’nın, لَيْسَ “Leyse” gibi amel edebilmesi için, isminin haberiyle yer değiştirmemesi, Mâ’ya إنَّ “İnne” edatı birleşerek, إنَّمَا “İnnemâ” hasr edatına dönüşmemesi, haberinden önce إلاَّ “İllâ” gelerek olumsuzluğun bozulmaması gerekir. Bu üç şarttan birisinin bulunmaması durumunda Mâ’nın isim cümlesi üzerinde hareke etkisi kalmaz. Meselâ, şu cümlede, üç şartı da taşıdığı için, Mâ’nın hareke etkisi bulunmaktadır: مَا هَذَا بَشَرًا “Bu, bir beşer değildir.” (Yûsuf: 31) Bir de “İllâ” ile olumsuzluğun bozulduğuna bir örnek verelim:
 
وَمَا مُحَمَّدٌ إِلاَّ رَسُولٌ “Muhammed, ancak bir Peygamberdir.” (Âl-i İmrân: 144) Bu Ayette رَسُولٌ “Rasûl” kelimesinden önce, إلاَّ “İllâ” istisnâ edatı geldiği için, olumsuzluk bozulmuş ve “Rasûl” kelimesi de nasb yerine ref’ ile okunmuştur.  

Kûfelilere göre; مَا هَذَا بَشَرًا “Bu, bir beşer değildir” Ayetinde, beşer kelimesinin başına getirilmesi gereken “be” harfi hazfedildiği için beşer kelimesi nasbedilmiştir. Kûfelilere göre, bu Ayet, مَا هَذَا بِبَشَرٍ takdirindedir. Bir misal verelim: مَا زَيْدٌ بِمُنْطَلِقٍ “Zeyd gidici değildir” cümlesinde, diğer harf-i cerlerde de olduğu gibi, “be” harfi nasb mahallindedir. İşte bu cerr harfi hazfedildiği zaman, harfin başına geldiği isim, mahalline delâlet etsin diye nasbedilir. Bu, Ferrâ’nın da görüşüdür.

Fakat Temîmlerin lügatına göre, onlar Mâ’ya hiçbir şekilde amel ettirmezler. Yani yukarıda bahsettiğimiz üç şartı taşısa bile, onlara göre, Mâ’nın isimlerden önce gelişinde hareke etkisi yoktur. Onlar, مَا زَيْدٌ قَائِمٌ “Zeyd ayakta değildir” derler. مَا هَذَا بَشَرٌ “Bu, bir beşer değildir” şeklinde okurlar.

 مَا هَذَا بَشَرًا Ayetindeki ‘beşer’ kelimesi, Hicâzlıların lügatına göre nasbedilir. Temimlilere göre ise, ref’ ile okunur.

[3] Âl-i İmrân: 29

[4] Neml: 65

[5] Şuarâ: 214

[6] Bu ifade, (Buhârî, Tefsîr, 361)’de: ألِهَذاَ جَمَعْتَنَا تَبًّا لَكَ “Bizi bunun için mi topladın, yazık sana!” lafzıyla, (Buhârî, Tefsîr, 362)’de ise:  تَبًّا لَكَ ألِهَذاَ جَمَعْتَنَا؟ “Yazık sana! Bizi bunun için mi topladın?” lafzıyla geçmektedir.

[7] Buhârî, Kitâbu’t Tefsîr (Tebbet Sûresi)

[8] Leheb: 1

Ayette Ebû Leheb’in âkıbetinden, gerçekleşmiş gibi bahsedilmektedir. Bu Sûre indiği dönemde Ebû Leheb henüz hayatta idi. Bu Sûre ile Rabbimiz, gelecekten haber vermektedir.

[9] Allah Celle Celâluh, Ebû Leheb’in kulluk adına imtihanını küfür üzere tamamlayacağını önceden haber vermiştir. Bu durum, “kullar, fiilinin yaratıcısıdır; kullarının nasıl amel edeceğini Allah bilmez” diyen, dalâlet ehlinin aleyhine bir delildir. Allah’ı, kullarının imtihana râci’ olan fiilleri (ef’âlu’l ibâd) hususunda bilgisiz sanan kimseler, bu sûrenin üzerinde tekrar düşünsünler! Eğer Allah Sübhânehu ve Teâlâ, –hâşâ- kullarının imtihanlarını nasıl tamamlayacaklarını bilmeseydi, Ebû Leheb’in küfür üzerine öleceğinden haber vermesi mümkün olur muydu!   

[10] “Gerçekten haklarında Rabbinin sözü (hükmü) sabit olanlar, kendilerine her türlü Ayet gelse  bile, elem verici azabı görünceye kadar iman etmezler.” (Yûnus: 96, 97)

[11] Bu görüşteki kimseler, Allah’ın ezelde, kullarının imtihan olurken neler yapacaklarını bilmediğini ve bir kitap’ta her şeyi yazıp kaydetmediğini; aksine imtihan olurken, onların neler yaptıklarını öğrendiğini ve kullarının fiillerinin o esnada melekler tarafından kaydedildiğini söylemektedirler! 

[12] Hacc: 74

[13] Yâsîn: 83

[14] Zuhruf: 82

[15] Cinn: 26, 27

[16] Hadîd: 22

[17] “Sen sözü açığa vursan da, (gizlesen de birdir). Şüphesiz O, gizliyi de, gizlinin gizlisini de bilir.” (Tâ-Hâ: 7), “Sözünüzü ister gizli, ister açık söyleyin. Şüphesiz O, göğüslerin özünü en iyi bilendir.” (Mülk: 13)

[18] En’âm: 59

[19] “Sizin ilâhınız, ancak kendisinden başka ilâh olmayan Allah’tır. O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır.” (Tâ-Hâ: 98)

[20] Allah’ın sıfatlarının zaman ve mekan ile sınırlı olduğunu iddia etmek, Allah’ın zâtına da noksanlık izâfe etmek demektir. Zira Allah’ın sıfatları, zâtıyla birlikte ezelîdir; sıfatlarını, O’nsuz mülâhaza etmeye imkân yoktur. O’nun zâtı konusunda eşi ve benzeri olmadığı gibi, sıfatları ve fiilleri konusunda da eşi ve benzeri yoktur.

Sapık fırkalardan olan Cehmiyye ve Kerrâmiyye Allah’ın sıfatlarının ezelî olduğunu kabul etmezler. Onlar, “Allah’ın sıfatları vardır ama bunlar hâdis’tir yani sonradan meydana gelmiştir” iddiasında bulunurlar. Hâdis olan şeylerin de, Allah’ın zâtı ile kâim olmasının imkânsız olduğunu söylerler.

Mu’tezile fırkası ve Filozoflar da, Allah’ta ilim, kudret v.s. gibi sıfatların bulunabileceğini reddederler ve “Allah’ın sıfatı, zâtının aynıdır” derler. Mu’tezile; “sıfatların var olduğunu kabul etmek Tevhid’i iptal eder” prensibine sıkı sıkıya bağlanmışlardır. Zira onlara göre; sıfatların varlığını kabul etmek, Allah’ın zâtına aykırı ve O’nun zâtından başka kadîm (ezelî) varlıklar bulunduğunu kabul etmek anlamına gelir. Bu takdirde, Allah’tan başka kadîmlerin var olması ve kadîmlerin birden fazla olması (taaddüdü’l kudemâ) lazım gelir. Meşşâîler (Meşşâiyyûn) olarak anılan ve akılcılığı esas alan filozofların da benimsediği bu görüşü savunanlara, Ehl-i Sünnet alimleri -Allah’ın sıfatlarını inkâr ettikleri için- “Muattıla” adını vermişlerdir.

Bu konuda Sa’duddîn Taftâzânî rahımehullâh şöyle demektedir:

“Sıfatlar konusunun anlaşılmasının zor olması nedeniyle, Mu’tezile ve filozoflar sıfatları kabul etmeme (nefy); Kerâmiyye, sıfatların kadîm (ezelî) olduğunu kabul etmeme; Eş’arîler ise, sıfatların “zâtın aynı olduğunu da, gayrı olduğunu da” kabul etmeme kanaatine varmışlardır.” (Şerhu’l Akâidi’n Nesefiyye, el-Mektebetü’l Hanefiyye, S: 104)

Allah'ın sıfatlarının zâtıyla münâsebeti konusu, Rasûlullah'ın sağlığında tartışılmamış bir mesele olmasına rağmen, daha sonraları İslam beldelerine giren Felsefî akımların tesiriyle bu konu tartışılır hale gelmiştir. Başta kader meselesi olmak üzere, Allah'ın sıfatları ve Kur'an'ın yaratılması gibi bazı itikâdî konular, sahabe devrinin sonlarına doğru tartışılmaya başlanmıştır. 

Ömer Nesefî rahımehullâh; bu konuda şöyle demektedir:

وَلَهُ صِفَاتٌ أزَلِيَّةٌ قَائِمَةٌ بِذَاتِهِ وَهِىَ لاَ هُوَ وَلاَ غَيْرُهُ

“Allah Teâlâ’nın ezelî ve zâtıyla kâim olan sıfatları vardır. Sıfatlar, Allah’ın ne aynı ne de gayrıdır.” (El-Akîdetü’n Nesefiyye, Ömer Nesefî Akâidi)

Allâme Taftâzânî, sıfatların durumunu açıklarken şöyle demektedir:

“Yani Allah Teâlâ’nın sıfatları, O’nun zâtının aynısı olmadığı gibi, zâtının gayrı (başkası) da değildir. Bu sebeple, (Allah’tan başka ve) gayrı olan varlıkların da ezelî olması ve kadîmlerin birden fazla olmaları (teksîru’l kudemâ) lazım gelmez.” (Şerhu’l Akâidi’n Nesefiyye, el-Mektebetü’l Hanefiyye, S: 102)

Allah’ın sıfatları; zâtının aynısı da, gayrısı da değildir. Sıfatları, zâtından başkadır fakat zâtından ayrı, başka şeyler değildir. Allah’ın sıfatları zâtı ile beraber bulunur. Allah’ın zâtı kendi kendine kâim’dir ve kadîm’dir. Sıfatları ise, zâtı ile beraberdir, kâim’dir ve ezelîdirler. Sıfatlar, zâttan ayrı müstakil kendi başlarına bulunmazlar. “Sıfatlar, zâtın aynısı” demek, Mu’tezile mezhebinin i’tikâdıdır, “sıfatlar, zâttan ayrıdır” demek ise, Kerrâmiye mezhebinin i’tikâdıdır.   

Allah'ın tüm sıfatları, zâtı gibi kadîmdir. Allah’ın zâtını kadîm, sıfatlarını muhdes (sonradan meydana gelmiş) kabul etmek ve Allah’ın sıfatlarını inkâr etmek Tevhid’e zıddır. Allah’ın zâtî sıfatlarından olan kıdem; O’nun zât ve sıfatları yönüyle ezelî olduğunu ifade eder. Kur’an’da ise Allah için, “el-Evvel” ismi kullanılmıştır.

Rabbimiz şöyle buyurmuştur:

“O, hem ilk (el-Evvel)dir, hem âhirdir, hem zâhirdir, hem bâtındır. O, her şeyi en iyi bilendir.” (Hadîd: 3)

Ezelî olması bakımından, Allah’ın zâtı ile sıfatlarını birbirinden ayırmak mümkün değildir. Şöyle ki; “Allah alîm’dir” dediğimizde, O’nun zât ve sıfatı aynı anda düşünülür. “Allah ilim sahibidir” dediğimiz de ise, Allah’ın zâtından ayrı olarak ‘ilim’ diye müstakil bir mana tasavvur edilmiş olur. Allah’ın sıfatı olarak kabul edilecek bu kavramın da, aynen Allah’ın zâtı gibi kadîm olması gerekir. Ayetlere meâl verirken, bu iki cümle yapısını tercih etmek de doğrudur…

Son olarak, birkaç noktaya temas ederek bitirelim. Az önce bahsettiğimiz gibi, Allah’ın sıfatlarını inkâr etmek ve İlâhî sıfatları ezelî kabul etmemek, Tevhid akidesine aykırıdır. Bunun, hoş görülecek bir tarafı olamaz. Fakat, bu meselenin hakikatini, insanların tam olarak kavrayabilmeleri mümkün olmadığı için, Allah’ı noksanlıklardan tenzîh ve en mükemmel sıfatlarla da tavsîf ederek; O’nun sıfatlarını inkâr ve iptal etmeden, sonradan meydana gelmiş (hâdis) görmeden, sıfatlarının da aynen zâtıyla beraber ezelî olduğunu söylemekle beraber, zât ve sıfatların münasebeti konusunda farklı yaklaşımlar ortaya koymak, Tevhid’i iptal etmez.

 Allah’ın zâtı ile sıfatlarının münâsebeti konusunda, büyük ihtilâflar vuku’ bulmuştur. “İsmin, müsemmânın (isimlendirilenin) aynısı olup olmadığı” meselesi üzerinde farklı yaklaşımlar olmuştur. Kimisi; ismin, müsemmânın aynısı olduğunu söylemişler ve “Allah’ın sıfatları, O’nun zâtından ayrı değildir” demişlerdir. Kimisi de; “O’nun sıfatları, zâtının aynı da değil, gayrı da değil” demişlerdir. Dikkat çektiğimiz ihtilâf; Allah’ın sıfatlarını inkâr etme ya da inanç esaslarını kabul etmeme zemininde değildir; bilâkis zât-sıfat ilişkisinin keyfiyeti noktasında farklı görüş ve yaklaşımlar ileri sürmekten kaynaklanmaktadır. Keyfiyetini tam olarak bilmemiz mümkün olmayan bu türden meselelerde İslâm alimlerince ortaya konulmuş bu farklı yaklaşımlar, insanı, İslâm dininin dışına çıkarmaz.

Meselâ; ‘Allah'ın sıfatları zâtının aynı mıdır, yoksa gayrı mıdır? İnsan fiillerinde hür müdür, değil midir? Allah akılla mı, yoksa nakille mi bilinir? Kadınlardan peygamber olur mu, olmaz mı? Allah dünyada görülür mü, görülmez mi?’ vs. konular… Bu tür inanç meselelerinde farklı şeyler söylenmiştir. Bu meselenin hakikati noktasında tahkîkât yapıp en doğru ve sağlam görüşe uymak gerektiğini hatırlatmakla beraber, aksi görüşte olan bir kimseyi de tekfir etmemek gerekir. Maalesef ki, İslâm tarihinde bu tür inanç meseleleri, ifrât içindeki kesimlerce, köklü fikir ayrılıkları kabul edilerek tefrikaya neden olmuştur. Bu mesele aslında, ‘İslâm tasavvuru yani İslâm düşüncesi açısından Tevhid ve tefrika’ başlığı altında incelenmelidir. Zira tarih içerisinde Tevhid’i koruma adına ciddi ifrât ve tefrîtler yaşanabilmiştir. Mu’tezile gibi bazı fırkalar, Ehl-i Sünnetin yolundan ayrıldıkları için “Mu’tezile”, Allah’ın sıfatlarını inkâr ettikleri için “Muattıla” gibi isimlerle anılmış olmalarına rağmen, onlar, bu isimlendirmeleri kabul etmeyip kendilerinin “Ehlu’l Adl ve Tevhîd” olduklarını iddia etmişlerdir. Dolayısıyla Tevhid’in yanlış anlaşılmasının, tarihin her döneminde ciddi tefrikalara yol açtığı herkesçe bilinen bir gerçekliktir. Onun için, Selef’in İslâm tasavvuru ile akılcılık akımlarının Tevhid anlayışlarının ele alınması, incelenmesi ve değerlendirilmesi, geçmişin tecrübesinden yararlanmak ve geleceğe aydınlatıcı bir miras bırakmak açısından önemlidir.

Tevhid akidesini inanç yönüyle iptal etmeyen yanlış görüşler, ıslâh edilmeli ve düzeltilmelidir. Ancak son olarak şunu hatırlatarak bitirelim ki, Allah’ın sıfatlarını inkâr etmekten ve O’nun sıfatlarını ezelî kabul etmemekten daha büyük ifrât ve dalâlet olmaz. Allah’ın isim, sıfat ve fiillerini ta’tîl eden, yok sayan ve sonradan olmuş kabul eden fırkaların sapık fikirlerinden şiddetle sakınmalıyız. Örneğin; Mu’tezile, Allah’ın sıfatlarını zâtının aynısı görürken, sıfatları inkâr ederek bu cümleyi söylüyor. Kerrâmiyye ise, sıfatları zâttan ayrı kabul ederken, Allah’ın sıfatlarının ezelî olmadığını savunuyor. Bu görüşler çok tehlikeli sapkın görüşlerdir. Bizim az önce ifade etmeye çalıştığımız bazı istisnâların olabileceği durum, bu bid’at fırkalarının fikirleriyle paralellik arz etmemektedir.

Diğer bir nokta da, Rasûlullah’ın ashabı arasında tartışılmamış olan bu türden meseleler üzerinde fazla durmamamız ve İlâhî mesajlara “kulluk ve teslimiyet” eksenli yaklaşmamız gerekmektedir. Selef’in de yaptığı gibi, takvâ yolu işte budur! Bu tarz konuların, İslâm beldelerine dışarıdan giren akılcı cereyanların tesiriyle tartışılmaya başlanıldığını unutmayalım.         

[21] Şûrâ: 11. Bu Ayette, لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ derken, nefy’den sonra nekre gelmektedir ki, umûm ifade eder. Yani “şey” kelimesi umûma delâlet eder ve “hiçbir şey Allah’ın benzeri olamaz” anlamındadır. Allah, hiçbir fiilinde, hiçbir sıfatında ve hiçbir isminde başka bir varlığa benzemez. Hiçbir varlık da, O’na benzemez. Çünkü Allah’ın zâtı, başka varlıkların zâtına benzemez. Bu, Allah’ın zâtının, sıfatlarının ve fiillerinin, mahlûkâtına benzemediğini bildiren bir tenzih Ayetidir.

[22] “Yoksa siz Allah içinizden cihâd edenleri, Allah’tan, Rasûlü’nden ve mü’minlerden başkasını dost ve sırdaş edinmeyenleri bilmeden (ayırt etmeden) bırakılıvereceğinizi mi sandınız? Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Tevbe: 16)

[23] Muhammed: 31

[24] “Sonra da iki zümreden hangisinin, (mağarada) bekledikleri süreyi daha iyi hesap ettiğini bilelim (ayırt edelim) diye onları uyandırdık.” (Kehf: 12)

[25] “İki ordunun karşılaştığı gün, başınıza gelen musibet, Allah’ın emriyle idi ve mü’minleri bilmesi (ayırt etmesi) içindi. Bir de münâfıklık yapanları bilmesi (ortaya çıkarması) içindi…” (Âl-i İmrân: 166, 167)

[26] Âl-i İmrân: 142

[27] Muhammed: 31

[28] Âl-i İmrân: 140

[29] En’âm: 104

[30] Bu konuda birazdan, Kur’an’dan çok önemli deliller sunacağız.

[31] Hadîd: 3

[32] Lokman: 34

[33] Bakara: 255

[34] En’âm: 59

[35] Hadîd: 4

[36] Enbiyâ: 4

[37] Hucurât: 18

[38] Mülk: 13

[39] Yûnus: 61

[40] Neml: 63

[41] Âl-i İmrân: 29

[42] En’âm: 59

[43] Cinn: 26, 27

[44] Enfâl: 47

[45] Âl-i İmrân: 120

[46] Nisâ: 108 

[47] Yûsuf: 15

[48] Hûd: 36, 37

[49] Rûm: 1-4

[50] Âl-i İmrân: 140

[51] Buhârî, Enbiyâ, 29

[52] Kehf: 65

[53] Kehf: 71

[54] Kehf: 74

[55] Kehf: 77

[56] Kehf: 79

[57] Kehf: 80, 81

[58] Kehf: 82

[59] Buhârî, İlm, 42

[60] Enbiyâ: 34

[61] Buhârî, Enbiyâ, 29

[62] Kehf: 65

[63] Kehf: 82

[64] A’râf: 144

[65] Tefsîru’l Kur’âni’l Azîm, İbn-i Kesîr, Dâru Usâme, C: 2, S: 828

[66] Dârimî, Büyû’, 2

[67] Tahrîm: 6

[68] Nahl: 50

[69] Buhârî, Enbiyâ, 29, Mûsa ile Hızır aleyhimesselâm Hadisi.

[70] Cinn: 6

[71] Enbiyâ: 26, Zuhruf: 19

[72] Meryem: 17

[73] Hûd: 70

[74] Ankebût: 32

[75] Hûd: 71

[76] Hicr: 67

[77] Hicr: 73, 74

[78] Buhârî, Enbiyâ, 29

[79] Yûsuf: 76

[80] Taberânî

[81] Kehf: 67

[82] Kehf: 72, 75

[83] Kehf: 78

[84] Saffât: 112

[85] Hûd: 71

[86] Meryem: 7, Âl-i İmrân: 39

[87] Âl-i İmrân: 45-47

[88] Kehf: 80, 81

[89] Kehf: 79

[90] Zuhruf: 82  

Bağlantı | kategori: REDDİYELER | tarih: 17/01/2014 | Yorum(0) | Yorum yaz
YORUM YAZINIZ
İSMİNİZ

E-Posta (Gizli)

Web siteniz

Yorumunuz

Güvenlik kodu
29.03.2024Cuma
Son Konular .: NASİHATLER 17
.: 115- Ebu Hanife Hakkında | Yusuf Semmak
.: 114- Arapça Test Çözümleri – Tesniye'nin (İkilin) İ'rabı | Yusuf Semmak
.: 113- Kur’an Okuma ve Öğretme Karşılığında Ücret Almak, Ölüler için Kur’an Okumak ve Rukye Bahsi - PÇMO – 44
.: NASİHATLER 16
.: 112- Peygamberin Kabrini ve Diğer Kabirleri Ziyaret ve Ölülere Nelerin Fayda Vereceği - PÇMO – 43
.: Muhtelif Konularda Kısa Kısa - 7
.: 111- Kâfir Olarak Ölenlere, Dünyadaki İyi Amelleri Fayda Sağlamaz! | Yusuf Semmak
.: 110- Benim Babam da Senin Baban da Ateştedir! | Yusuf Semmak
.: 109- Hz. Ömer’in Hılâfeti Devrinde Bir Adamın Hz. Nebî'nin Kabrine Gelip Onunla Tevessül Etmesi – 42
.: 108- İman Edip Müslüman Olmak Tertemiz Bir Sayfa Açmaktır! | Yusuf Semmak
.: 107- Peygamberimizin Kabrini Ziyaret Meselesi – Putperest Çağlarda Müslüman Olmak – 41
.: 106- Zamanın Önemi ve Su Gibi Akan Ömür! | Yusuf Semmak
.: 105- Mü’min Sabahlayıp Kafir Akşamlamak veya Mü’min Akşamlayıp Kafir Sabahlamak! | Yusuf Semmak
.: 104- Tarihte Putperestlik Nasıl Başladı? - Putperest Çağlarda Müslüman Olmak – 40
.: 103- Müslümana Sövmenin ve Onunla Savaşmanın Hükmü Nedir? | Yusuf Semmak
.: 102- Türbe ve Kabirleri Ziyaretin, Bid’at Olan Tevessülle İlişkisi – Putperest Çağlarda Müslüman Olmak – 39
.: 101- Münafıkların Özellikleri Nelerdir? | Yusuf Semmak
.: 100- Müslümanı Tekfir Eden Kimsenin Durumu Nedir? | Yusuf Semmak
.: 99- Tevessülün Anlamı, Kısımları ve Bid’at Olan Tevessül – Putperest Çağlarda Müslüman Olmak – 38
.: 98- Ehl-i Kıble Kime Denir? | Yusuf Semmak
.: 97- Hz. Yusuf’un Mısır’daki Konumu (3) – Putperest Çağlarda Müslüman Olmak – 37
.: 96- Bir Mezhebe Uymak Zorunda mıyız? | Yusuf Semmak
.: 95- Hz. Yusuf’un Mısır’daki Konumu (2) – Putperest Çağlarda Müslüman Olmak – 36
.: 94- Hz. Yûsuf’un Mısır’daki Konumu (1) – Putperest Çağlarda Müslüman Olmak – 35
.: 93- Ru'yetullah (Allah'ın Görülmesi) Meselesi | Yusuf Semmak
.: 92- Allah’tan Başka Kanun Koyucu Yoktur! (2) - Putperest Çağlarda Müslüman Olmak – 34
.: 91- Allah’tan Başka Kanun Koyucu Yoktur! (1) – Putperest Çağlarda Müslüman Olmak – 33
.: 90- Hz. İbrahim’in Nemrud’a, Babasına ve Kavmine Tebliği – Putperest Çağlarda Müslüman Olmak – 32
.: 89- Allah ve Mahlukat İlişkisi – Putperest Çağlarda Müslüman Olmak – 31
.: 88- O Büyük Mahkeme'de! (Şiir)
.: 87- İmanın Artıp Eksilmesi Meselesi ve Ehl-i Kıble Kimdir? – Putperest Çağlarda Müslüman Olmak – 30
.: 86- Peygamberimiz İslam’a Davet Metodu – Putperest Çağlarda Müslüman Olmak – 29
Son Yorumlar
İsmail
Yüce ALLAH cc razı olsun sizden h
Yusuf Semmak
Ve aleyküm selâm kardeşim. Tâbi
Bekir Yetginbal
Canım kardeşim selamualeykum GÜN
Bekir Yetginbal
Ey Rabbim bu kulunun gayretlerini
Mahmut
Selamünaleykum Yusuf peygamberin
Ufuk
Çok güzel
Şeyma
Bu nadide soru ve cevapları için
Ahmet
Doyurucu bir yorum Teşekkürler
Yusuf Semmak
Son mısralar/dizeler hep "Lâm" ha
Baraa
Bence çoooook güzel bir site
ali
İlmî Arapça Sayfası http://www
ali
Faydalı Bir Maksud Programı http
ali
Faydalı Bir Emsile Programı http
Yusuf Semmak
BU DERSTE İŞLENEN BAŞLICA MEVZULA
Derya Atan
Ağzınıza, yüreğinize sağlık hocam
Firdevs Sevgi
inş güzeldit.
misafir
⭐⭐⭐⭐&
mustafa
Abi çook teşekküür ederim
Medine
Cenetin kapısın geçmek istiyom
Yusuf Semmak
Namazda Salli-Bârik okurken, Peyg
Yusuf
Allah razı olsun hocam çok anlaşı
Yusuf Semmak
Saçınızı erkeğe kestirmediğiniz,
Meryem
Verdiğiniz bu bilgiler için çok t
Yusuf Semmak
+ Ayrıca Hadîs'in açıklamasında d
Yusuf Semmak
Güzel bir yorum. Fakat biraz açık
metin
hadiste gecen Gölge Arsin gölgesi
Rüya
Çok teşekkür ederim
Şule
Çok teşekkürler
sadullah demircioğlu
abdullah bin mesud (r.a.) ‘’sakın
Yusuf Semmak
Bir kardeşimiz, selâmdan sonra; “
Yusuf Semmak
EVET, YİNE SİGARA! Bugün piyas
İbrahim sarıtaş
Allahrazı olsun
Muhammet ****
Bizim din hocamız başınızı örtmek
© 2012 YUSUFSEMMAK.COM