"Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm Döneminin Dünya Konjonktürü", "Peygamberimizin Tebliğ Stratejisi" ve "Tek Kaynak Vahiy’dir" başlıklı konuların açıklaması
Peygamberimiz aleyhissalâtü
vesselâm
Döneminin Dünya Konjonktürü: Peygamberimizin gönderildiği dönemde başta Arap
yarımadası olmak üzere tüm dünyayı baştanbaşa şirk ve küfür dalgası kuşatmıştı.
Her toplum kendi içinde bir dünya görüşü ortaya koymuş medeniyet, kültür, sanat
ve kanunlar tesis etmişlerdi. Hz. Muhammed aleyhissalâtü vesselâm, son elçi olarak gönderildiği zaman, Arabistan ya da
çevre ülkelerden insanların kültür ve medeniyetten mahrum oldukları için, başka
seçenekleri bulunmaması gerekçesiyle ilâhi çağrıya olumlu cevap verdikleri
anlayışı yanlıştır. Tam aksine Arap yarımadası ile o dönemin iki süper gücü
kabul edilen Roma ve İran devletleri ile diğer toplumlar koyu bir câhiliyye’yi
yaşıyorlardı. İnsanlar, bu beşeri sultaların baskı ve eziyetlerinden bıkarak
İslam’ın çağrısını kendileri için büyük bir kurtuluş olarak görüyorlar ve İslam
dinine giriyorlardı. “O dönem insanlığın elinde Roma medeniyeti, bu medeniyetin
kültürü, kitapları ve Avrupa medeniyetinin hâlâ üzerinde yaşadığı veya bir
uzantısı durumunda olduğu Roma kanunları vardı. Yine o dönemde, bugün bile Batı
düşüncesinin kaynağı olma vasfını sürdüren Yunan medeniyeti, onun mantığı,
felsefesi ve sanatı mevcut idi. Ayrıca o dönemde, İran medeniyeti, onun sanatı,
şiiri, mitolojisi (masal ve destanları), inanç sistemi ve idare sistemi vardı.
Uzak-yakın başka medeniyetler de vardı: Hint medeniyeti, Çin medeniyeti ve
diğerleri. Yahudilik ve Hıristiyanlık, Arap yarımadasının kalbinde yaşarken,
Roma ve İran medeniyetleri yarımadayı kuzeyden ve güneyden kuşatmış
bulunuyorlardı. O halde o ilk neslin teşekkülü döneminde, onları sadece
Allah’ın Kitabına bağlayan faktör, dünya çapında bir medeniyet ve kültür
kaynağından mahrum olmaları değildi.” [81] İslam, insanlığı kulların hevâ ve heveslerine
köle olmaktan kurtarıyor, insani hak ve özgürlüklerini kendisine iade edip,
onlara onur ve saygınlığı tekrar kazandırıyordu. İnsanlık Arap yarımadası ve
diğer çağ ve coğrafyalarda; tâğutların, zalimlerin baskı ve zulümlerinden
bıkmıştı. Temel hakları ellerinden alınarak kölelik sistemiyle pek çok
efendilere kul edilmişlerdi. Kan dökücülük yaygınlaşmış, insan hayatının hiçbir
değeri kalmamıştı. Ahlak ve şeref kalmamış, zina yaygınlaşmıştı. Hırsızlık,
yankesicilik, yağma ve talan günlük olağan olaylar haline gelmişti. Hak ve
adalet kavramları, anlam değiştirmiş, güçlünün, efendinin, idarecinin, zenginin
üstünlüğüne dayalı bir adalet anlayışı ile sadece üstünlerin hukukunu koruyan
bir sistem kurulmuştu. Rüşvet, insani ilişkilerde yaygınlaşmış parası olanın
hak satın aldığı bir mekanizma oluşturulmuştu. Ekonomik ve sosyal ilişkilerde
faiz ve tefecilik, fakir, miskin, yetim ve köleleri iyice eziyor; zengini daha
çok zenginleştiriyor, fakiri de iyice fakirleştiriyordu. Ahlaki değerler
güçlülerin zevklerine göre şekil alıyordu, toplumlar ahlaki yönden iflas etmiş
durumdaydı. Irkçılık, kavmiyetçilik, kabilecilik taassubu çok ilerlemiş, bütün
münasebetlerde iltimas ve adam kayırıcılık almış başını gitmişti. Kanunlar,
güçlüden yana ve Allah’ın mutlak otoritesini reddetme ilkesine dayanıyordu. O
günün dünyasında şirk ve putperestlik çok yaygınlaşmış, semâvi din tahrif
edilmişti. Bazı kesimler ateşe veya doğadaki birtakım nesnelere tapar hale
gelmişti. Hıristiyanlığın ve Yahudiliğin hak semâvi din olma iddiaları
insanların pek çoğunun semâvi dine karşı önyargılı olmasına neden oluyordu.
Çünkü kendilerini Allah’a nisbet etmelerine, risalet müessesesine
inandıklarını, kitaplarının Allah’tan geldiğini iddia etmelerine rağmen;
Allah’ın Kitabını değiştirmişler; şirk, isyan, zulüm temeline dayalı yeni bir
din icat etmişlerdi. Halkın büyük çoğunluğu bu durumu bilmediği için, ilâhi
dine karşı önyargılı yaklaşıyorlar; kendi şirk ve küfür kültürlerine devam
ediyorlardı. İslam’ın geldiği dönemin dünya konjonktürü böyle idi. İnsani
değerler tamamıyla iflas etmişti. İnsanlık artık ilahi ışığa muhtaçtı.
Câhiliyye adetlerinin her türünün en koyu bir biçimde yaşandığı bu dönemde
Rabbu’l Âlemin, Abdullah’ın oğlu yetim ve emin Muhammed aleyhisselâm’ı kurtarıcı olarak gönderiyordu insanlığa. Yolu
gözlenen, özlemle beklenen, peygamberlik zincirinin son halkası Hâtemu’n
Nebiyyîn idi o. Ona tabi olan, davetine uyan kurtulacak, ona karşı çıkan ebedi
hüsrana uğrayacaktı. Tüm dünya müstekbirlerinin düzenlerine başkaldırıydı onun
geliş nedeni. İlk işi insanları İslam akidesine, Tevhid’e, Lâ ilâhe illallah’a
çağırmaktı. Efendimizin davası, ‘Allah’tan başka ilâh (ibadet ve itaat edilecek
merci) yoktur, Muhammed O’nun Rasûlüdür’ ilkesine dayanıyordu. Bu yolda
uzlaşma, taviz, nefse uyma, saptırma ya da yağcılık asla yoktu. Allah’tan gelen
hakkı açıkça tebliğ etmekle memur idi o. O da öyle yaptı. Allah’ın buyruklarını
Allah’ın istediği şekilde tebliğ etti. Peki, o dönemde tebliğ yöntemleri
açısından alternatif yollar nelerdi? Sıkıntı ve çilelerden uzak durarak da
akide açıklanabilir miydi? Bazılarının dediği gibi maşa varken elini ateşe
sokmadan, rahat ve huzurunu bozmadan, yazın serin kışın sıcak klimalı ev, dükkân
ve arabalardaki konforlu yaşamı yitirmeden, din adına mangalda kül
bırakmamacasına da dinin sözcülüğü yapılabilir miydi? Şu türden sözleri çok
duyarsınız. ‘Şu makama gelirsem, diploma sahibi olursam, şu partiye ya da gruba
girersem, zengin olursam, şu işte çalışırsam, şöyle ya da böyle yaparsam daha
kalabalık kitlelere ulaşabilirim, dini yönden daha büyük hizmetler verebilirim’
gibi iddialarla helale harama bakmadan, Allah’ın sınırlarını gözetmeden keyfi
davranışlarla yapılan hareketlerin İslam’da yeri var mıdır? Fetânet (insanların
en zekisi olma) sıfatına sahip, aklı ve muhakemesi mükemmel olan Efendimiz
acaba tebliğ şekli konusunda kendi ictihadına mı uydu? Yoksa her konuda
Allah’tan vahiy mi bekledi? Peygamberimiz beşeri politikalara mı uydu yoksa vahyin
yönlendirmene mi teslim oldu? Bu soruların cevabına geçeceğiz. Bu konuyu
açıklamak; her dönemde var olan, beşeri fikri akımların meşru bir hedefe
bağlanılması, iyi niyetlerle gerçekleştirilmesi sâikiyle, muhtelif tebliğ
yöntemlerini meşrulaştırmaya çaba sarf eden kimselerin stratejilerinin vahiyden
kaynaklanmadığının anlatılması açısından çok önemlidir. Peygamberimizin Tebliğ Stratejisi: Adaleti üstün tutan, hak ve özgürlükleri koruyan bir
sisteme o gün insanlık her zamankinden daha muhtaçtı. Aslında bütün insanlık bu
zulüm ve câhiliyye sistemlerinden muzdaripti. Kabileler arası iç çatışmalar,
kan davaları, faiz, rüşvet, fuhuş, insanın mal gibi alınıp satılması, kadının
değerinin olmaması, putperestlik, hak ve adaletin parayla satın alınması, ırkçılık,
insan haklarının bulunmaması, asayiş ve güven ortamının yokluğu gibi pek çok
gayri insani âdet ve gelenekler hayatı çekilmez bir hale getirmişti. Bu
nedenle, ortak şikâyetler, dert ve talepler vardı. Peygamberimiz o günün
insanlarıyla ortak paydaları harekete geçirerek, İslam’a taraftar toplayabilir
ve günümüzün anlayışıyla, kestirme yoldan İslam’ı kısa zamanda herkese
ulaştırabilirdi. Bu şekilde çoğunluğun desteğini arkasına alabilirdi. Bu
cümleler, halkın çoğunluğunun arzularına uymanın meşru olduğuna delâlet etsin
diye yazılmıyor. Hak, çoğunlukla beraber değildir. İnsanların çoğunun
beklentilerini karşılamak da hak ve özgürlük dağıtmak anlamına gelmez. Bütün
insanlar bir görüş üzerinde ittifak etseler, o görüş Allah’ın hükmüne aykırı
ise; o bâtıldır, yanlıştır. Çoğunluğun görüşü, azınlığın görüşü yahut da
herkesin görüşü diye bir şey yoktur. Doğru tektir. O da Allah’ın dediğidir.
Peygamberimiz, risaletle görevlendirildiği ortamda pek çok zulümlerden müşteki
olan halk kesimlerinin desteğini elde edip, onların kendisine tabi olmasıyla
güç kazanabilirdi. Güçlendikten sonra da Akide’yi açıklamaya başlayabilirdi.
Örneğin kölelik sistemi nedeniyle ezilen köleleri, sermayedarların ve makam
sahiplerinin baskısı altında sömürülen fakir ve miskinleri, velisi olmayan
yetimleri, yaşama hakları bile ellerinden alınan, küçükken diri diri toprağa
gömülen ve erkeğin şehvetini tatmin etmede kullanılıp, mal gibi alınıp
satılabilen kadınları, faizcilikten, ahlaksızlıktan, putçuluktan ve
kavmiyetçilik taassubuyla basit nedenlerle ortaya çıkan savaş ve iç
karışıklıklardan, huzursuzluktan, adaletsizlikten ve buna benzer çok sayıdaki
haksızlıklardan, bağnazlıklardan ve tutuculuklardan rahatsızlık duyan, bunlara
karşı içsel anlamda tepki gösteren pek çok kesimlerin desteğini almak o dönemde
zor değildi. ‘Halkın hak ve özgürlüklerini elde etmesi’, ‘Halkın özgürlük ve
huzuru’, ‘Halkın iradesini üstün kılma’, 'Halka hizmet, Hakka hizmettir' gibi
süslü ve câzibedar sloganlarla oluşturulacak bir yapılanma, insanları
cezbedecek politik bir manevra olurdu. Lâkin Allah’ın Râsûlü bu olası
politikalara asla tevessül etmedi, sadece Allah’ın emir ve yönlendirmesine
uydu. Allah’ın elçisinin tuttuğu yol, Allah’ın irade ve emridir. Muhammed
ümmeti de o aleyhisselâm’ın, sünnetine uymakla mükelleftir.
Birazdan sayacağımız olası durumlar ve daha fazlası her dönemde insanların
kurtuluş reçetesi olarak kendisinden medet beklediği seçenekler olmuştur. Fakat
insanlara huzur ve mutluluğu, savaş ve zulümden uzak barış ortamını ancak ve
ancak anlamı da huzur ve barış olan İslam verebilir. O dönemde Hz. Muhammed aleyhisselâm’ın önünde duran tatbik edilmesi durumunda
insanların büyük bir bölümünün teveccühünü kazanacak varsayımlardan
başlıcalarını şu şekilde sıralayabiliriz: 1) O
gün ırkçılık, kavmiyetçilik, asabiyyet, kabilecilik o kadar önemseniyordu ki;
efendimiz Arap ırkını ve kabilelerini arkasına alarak, Arap kavmiyetçiliği
şuurunu uyandırarak onlarla bir konsensüs oluşturup bunun sonucunda İslam’ı
tebliğ etmeyi hedefleyebilirdi. Peygamberimiz, Kureyş kabilesinin en saygın
soyu olan Haşimoğulları koluna sahipti. Kendisine Muhammedu’l Emin (güvenilir,
doğru Muhammed) denilen, risaletinden onbeş sene önce Ka’be hakemliğinde
hükmüne başvurulan peygamberimiz, ‘Arapçılık’ ya da ‘Arap kavmiyetçiliği’
davasıyla ortaya çıkmış olsaydı; iç çatışmalar ve ayaklanmaların parçaladığı,
bu kabileleri kavmiyetçi bir hedefe yöneltebilirdi. İlk andan itibaren de
kendisine karşı çıkan insanlarla mücadele etmez, onları yanına almış olurdu.
Fakat Allah, böyle bir metod emretmemişti. Tam aksine İslam, ırkçılığı
kaldırmak için gelmişti. Benimsemediği ve şirk olarak nitelendirdiği bir
anlayışa İslam nasıl muhtaç olabilirdi? 2) Peygamberimizin
benimseyebileceği stratejilerden bir tanesi de, Arapçılık davasında kendisine
icabet eden Arapların desteğiyle tam yetkiyle devlet idaresini ele geçirdikten
sonra, bu yetkilerini Tevhid akidesini yerleştirmek için kullanabilirdi. Ya da
Mekkelilerin ‘gel bizim devlet başkanımız ol’ tarzındaki tekliflerini
kabul edip, otoritesini sağlamlaştırdıktan sonra zamanla İslam’ı tedricen
(parça parça, aşama aşama) tebliğ ederek, topluma yerleştirmeye çalışabilirdi.
Efendimizi böylesi davranış şekillerinden tenzih ediyoruz. Tenzihin ötesinde
zaten o böyle yollara asla tevessül etmeyerek, müşriklerle uzlaşmaya,
koalisyona yaklaşmadı. İslam bir bütündür. Ya tamamen kabul edilir, ya da
reddedilir. Peygamberimiz, Arap kavmiyetçiliği davasıyla hareket etmiş olsaydı
o dönemde tüm Arap kabileleriyle birlik olup kuzeyde Bizans güneyde İran gibi
emperyalist imparatorlukların gasp etmiş oldukları toprakları almak için ırksal
bir amaç oluşturabilirdi. Bu durumda insanlar, beşeri hakimiyyete boyun
eğdirildikten sonra Rablerinin hakimiyyetine boyun eğdirilebilirdi. Bu bir
varsayımdır. Allah’ın Rasûlünün yapmadığı fakat İslam davasının mahiyetini
anlayamamış pek çok insanların çoğu zaman tercih ettiği yöntemlerdir. Allah
Teâlâ elçisini işin başından itibaren Lâ ilâhe illallah’ı açıklamakla
görevlendirdi, bu şekilde hem kendisini hem de kendisine uyan azınlığı pekçok
sıkıntılara göğüs germeye yöneltti. Allah, mü’minlerin sıkıntıya düşmelerini
istemez. Ama kavmiyetçilik ya da diğer beşeri davaların çıkar yol olmadığını
biliyordu. Allah’ın iradesi, yeryüzündeki tâğutların egemenliğine son verilip
ilâhi iradeye dayalı bir sistem kurulmasıdır. Yoksa yeryüzünü Bizanslı ya da
İranlı tâğutların egemenliğinden kurtarıp Arap ırkına mensup bir tâğutun
egemenliğine razı olmak çıkar yol değildi. Yeryüzü Allah’a aittir. Bütün
tâğutlar reddedilmedikçe ve yeryüzünde Lâ ilâhe illallah bayrağı
dalgalanmadıkça yeryüzü Allah için kurtarılmış olmaz. Alîm ve Habîr olan
Rabbimiz bu nedenle elçisine, kavmine Lâ ilâhe illallah’ı tebliğ etmesini
emretti. Akide’yi bu davanın başlangıç noktası kıldı. Kendi dilinin anlamlarını
ve inceliklerini çok iyi bilen Araplar, Kelime-i Tevhid’i çok iyi anlıyorlardı.
Bu cümle, ulûhiyyetin en önemli özelliğini gasbeden yeryüzü kaynaklı
otoritelere bir başkaldırı anlamı taşıyordu. Allah’ın izni olmaksızın kendi
nefislerinden uydurdukları şeriat’la hükmeden beşeri ideolojilere karşı isyan
idi. Araplar o dönemde bu davanın, kendi durumları, kabile reisleri ve zulüm
otoriteleri açısından neler ifade ettiğini çok iyi biliyorlardı. Onlar, kendi
lügatlarını iyi bildikleri için Kelime-i Tevhid’den şunları anlamışlardı: Hakimiyyet ancak Allah’a aittir. Allah’dan başka hiçbir kimse insanlar üzerinde şeriat
ve kanun vaz
edemez. Hiçbir kimsenin diğeri üzerinde egemenlik kurmaya
hakkı yoktur. İslam kan, soy, toprak, devlet, kabile ve ırk gibi
ayırt edici özelliklere dayalı asabiyete karşıdır. İslam’da, insanların
ötekileştirilmesi ve özelleştirilmesi ile ayrıştırılması yoktur. İslam’ın
insanlardan istediği tek milliyet Akide’ye dayalı milliyettir. Arapların,
Bizansların, İranlıların diğer ırk ve renklerin Allah’ın sancağı altında eşit
olduğu akide milliyeti. İşte Allah’ın istediği ve elçisini yönelttiği çıkar yol
bu idi. “Rasûlullah aleyhissalâtü
vesselâm kalbi, aklı, düşüncesi, şuuru ve oluşumu
Kur’an-ı Kerim’in ihtiva ettiği ilâhi metodun dışında kalan her türlü tesirden
kurtulmuş bir nesil meydana getirmek istiyordu.” [82]
“İslam’ı ya bir bütün olarak alınız ya da onu bırakınız” [83] İşte
bu insanlığın önünde bulunduğu bir yol ayrımıdır! Ya İslam’ı tercih edecekler,
Allah’ın şeriatına uyacaklar ya da başka bir ideolojiye tabi olacaklar. Bu iki
yoldan birine girerek kişi ya kurtulur ya da ebedi zarara uğrar. Günümüzde moda
olan hoşgörü ve dinler arası diyalog gibi safsatalarla uzlaşmacı, pazarlıkçı,
tavizkâr bir Müslümanlık modeli yoktur. Diğer dinlerle uzlaşılacak bir hikmet görenin
İslam’la ilgisi kalmaz. İslam tamamlanmıştır ve insanlık için bir
nimettir. [84] Başka
bir kaynağa ihtiyacı yoktur. Hoşgörü ya da dinler arası diyalog ile kastedilen,
Müslümanların İslam’a zıt fikir ve inançlara müsamahayla yaklaşmasıdır.
Özellikle günümüzde hoşgörü isteyenler, kendi batıl ve çarpık fikirlerinin hoş
görülmesini beklerler. O fikirlere aykırı olan hakikatten taviz verilmesini
isterler. Ama Efendimiz Mekke müşriklerinin başkanlık teklifini bile kabul
etmiyor, onlarla uzlaşmıyor ve Allah’ın yönlendirmesine göre vahyi insanlara
tebliğ ediyordu. Müşriklerin makam tekliflerinin amacının uzlaşma olduğunu ve
taviz istediklerini ya da isteyeceklerini o aleyhissalâtü vesselâm, çok iyi biliyordu. Geçmişte de, günümüzde de makam
teklifleri uzlaşmacı ve tavizkâr bir zihniyetin politikasıdır. Ancak tavizci,
makam, mevki, şan, şöhret, dünya ve mal sevgisi bulunan kimselerde etkisini
gösterir bu teklifler. Câhiliyye toplumları bu yüzden ehil olmayan kimselerin
işbaşında olduğu dönemlerdir. Ehliyetsiz kişilerle akide’yi bir kenara
bırakarak uzlaşmak da, olsa olsa hümanist bir yaklaşımdır. 3) İslam’ın,
İlâhi menheci, metodu esas almaksızın tebliğ edilmesine dair varsayımlardan
biri de; efendimizin köle, yetim, miskin ve fakirleri teşkilatlandırarak
Mekke’nin zalimlerine, tâğutlarına, zenginlerine karşı isyan bayrağı açma
ihtimalidir. Servet ve makam sahiplerine karşı fakirleri ayaklandırarak,
zenginlerin mallarını fakirlere iade etmeyi hedefleyen sosyalist bir dava ile
ortaya çıkmış olsaydı, halk kitlesinin desteğini arkasına alabilirdi. Takdir
edileceği gibi bu sınıftaki insanlar, her zaman tâğutlardan, zenginlerden,
efendilerden daha büyük bir kemmiyettedir. Bu şekilde Efendimiz, Mekke şirk
sistemine karşı kısa zamanda bir zafer kazanabilirdi. Daha sonra da tüm dünyaya
davetini ulaştırabilirdi. Ama tabiî ki bu yolu da denemedi Peygamberimiz. Çünkü
ilâhi irade ondan böyle bir şey istemiyordu. İslam nasıl ki Allah’tan ise, onun
tebliğ şekli ve hayata hâkim kılınışı da Allah’ın iradesine dayanmak
zorundaydı. Hedefe ulaşırken her yolun meşru olduğu zihniyeti israiliyyata ve
şirk zihniyetine dayanır. İslam akidesine göre; hedef nasıl meşru ise, o hedefe
ulaştıran yol, yöntem de meşru olmak zorundadır. 4) Fuhşun,
ahlaksızlığın, çıplaklığın yaygın olduğu o dönemde Efendimiz aleyhisselâm, tabir-i caizse suya sabuna dokunmadan, tâğutlara
ilişmeden, sosyal ve ahlaki çözülmeye dikkat çekerek insanları ahlaki
faziletlere davet etmek sûretiyle ‘ahlakçı’ ve ‘ıslahatçı’ bir misyon
yüklenebilirdi. Böyle yaptığında Mekke’nin ileri gelenleriyle hiçbir çatışmaya
girmeden toplumu ahlak ve faziletler açısından ıslah ederek, bu kesimin
desteğini arkasına alabilirdi. Çünkü ahlaki dejenerasyon ne kadar ilerlese de
her toplumda vicdani bakımdan bu ahlaksızlıklardan ve rezaletten rahatsızlık
duyan, ıslah ve arınma çağrısına icabet eden fıtratı temiz insanlar bulunur.
Temiz toplum özlemindeki bu insanlarla oluşturulacak bir yapılanmayla kestirme
yoldan, zorluk ve çilelerden uzak durarak; dernek, vakıf, ahlaki cemiyet, sivil
örgütlenme ve parti gibi yollarla parça parça ve belki ileride bir bütün olarak
İslam inancını toplumun her kesimine yerleştirmeyi amaçlayabilirdi. Böyle bir
davranış, Allah elçisinin aklından geçirebileceği bir tutum ve yol değildir.
Ama ne yazık ki onun ümmeti olduğunu iddia eden yığınlar, onun sünnetini bir
kenara bırakarak, onun yapmadıklarını yapmaktadırlar. O gün yahut her devirde
tatbik edilmesi muhtemel olan ama Allah’ın emretmediği ve izin vermediği bunlar
ya da benzeri yöntem ve stratejiler olmuş ve olacaktır. Bu olasılıklar meşrû
olsaydı, Allah’ın peygamberi önünde duran bu fırsatlardan elbette yararlanırdı.
Ancak o çok iyi biliyordu ki bu din akıl, mantık, yorum ve keyfi arzular
üzerine tesis edilmemişti. Bu noktada şunu ifade etmeden geçemeyeceğiz; iyimser
niyetlerle, meşrû hedef beklentileriyle, zahiren hayır gibi gözüken davranış
şekilleriyle ilâhi buyrukların aksine davranış şekilleri hayır ve hak değil,
hakkı iptal eden batılın tâ kendisidir. Ben şunu yaparsam yahut da şöyle
davranırsam daha hayırlı olur, sözleri batıl sözlerdir. Biz, Allah bize neyi
emretmiş ve Peygamberimiz nasıl hareket etmiş ise Tevhid ve ihlâs ile onları
yaptığımızda ancak hayra nail olabiliriz. Yüce Allah ilâhi hikmeti gereği bu
dinin davetinin başlangıcını akide olarak belirlemiştir. Dinin giriş kapısı ve
esası, İslam akidesidir. Bu kapıdan geçmeden Müslüman olunamaz. Ve bu inanç
kalplere tam olarak yerleşmedikçe de Allah’a teslimiyet gerçekleşmez. Bunun
için on üç yıl boyunca Peygamberimiz aleyhisselâm, Mekke’de insanların kalplerine Tevhid akidesinin
yerleşmesi için mücadele etti. Belki iman edenlerin sayısı azdı ama Allah
katında hakka teslim olmuş bir azınlık, batılı temsil eden tüm dünyadan hayırlı
idi. Önemli olan iman sahibi olmak ve O’na teslimiyettir. Tek Kaynak Vahiy’dir: Allah’ın bize gönderdiği dışında bir hak arayışı
batıldır. Rasûlullah aleyhissalâtü
vesselâm bir gün Hz. Ömer’in elinden Tevrat’tan
bir sahife görünce şöyle buyurması da bunu açıkça ifade etmektedir: “Allah’a
yemin ederim ki, eğer Musa aleyhissalâtü
vesselâm sağ olup aranızda bulunsaydı, bana tabi
olmanın dışında hiç bir davranış ona mübah olmazdı.” [85] Peygamberimizin
bu davranışı Müslümanları sadece vahye yöneltmek içindi. Hz. Ömer’in getirdiği
Tevrat sahifesindeki cümlelerin Kur’an’a uygun olduğunu ifade etmeden
geçmeyelim. Kur’an’a uygun olduğu iddiasıyla başka kaynaklara başvurmak, tâli
kaynaklardan İslam’ı ve gerçeği araştırmak batıldır. Kur’an’da ve İslam’da asla
bir eksiklik yoktur. Kur’an değişmez bir ölçüdür. Peygamberimizin şeriatı, son
şeriat olduğu için kendinden önceki şeriatler yürürlükten kaldırılmıştır.
Allah’tan gönderilmiş Tevrat’ın aslı bile elimizde olsa ve ona göre bir hayat
ve devlet sistemi kurulsa bu âlimlerin ittifakıyla küfürdür. Mensûh şeriatlarla
amel etmenin durumu böyle iken, beşer aklının ürünü olan ideolojilerle amel
etmenin dine zarar vermediği nasıl olur da iddia edilebilir?
Kur’an Neslinin İnşâsı: Son olarak, câhiliyye sistemi yerine İslam sistemi
nasıl gelir, bu soruya cevap arayalım. Öncelikle şunu unutmayalım ki, İslam
sistemi Kur’an neslinin inşâsıyla ortaya çıkar. Efendimiz döneminde o eşşiz
sahabe nesli nasıl ortaya çıkmışsa, aynı metod’u benimsememiz gerekmektedir. Bu
soruya üç ana başlık altında cevap vermek gerekiyor. a) Tek
kaynak vahiy olarak kabul edilmelidir. Medeniyetin, kültürün, sanatın,
edebiyatın, ekonomi, siyaset ve sosyal ilişkilerin belirlenmesinde Kur’an temel
kaynak olmalıdır. Rasûlullah’ın sünneti, pratik kılavuzluğu ve değerli hayatı
ile tarihte eşi görülmemiş sahabe nesli bizim için büyük bir İslam hazinesidir.
Kur’an’ı anlamada bu değerler kullanılmalıdır. İsrailiyyat, felsefe, mitoloji,
destan, hikâye, beşeri kanunlar, akıl ya da bilim vahyin önüne
geçirilmemelidir. b) Kur’an’ı
kültürlü olmak, inceleme yapmak ve eğlenmek amacıyla okumamalıdır. Makam sahibi
olmak, ilim meclislerinde âlimlerle tartışmak, doktora için,
akademik çalışmalar yapmak için Kur’an okunmaz. Güzel seslerle okuyup,
anlamını bilmeden ağlamak ya da Kur’an ayetleriyle Hüsn-ü Hat (güzel yazı)
çalışmaları yapmak veya ahkâmından habersiz hafızlar yetiştirmek için değil;
Kur’an sadece amel etmek için okunmalıdır. Tıpkı komutanının verdiği emri
işiten askerin hemen gereğini yapması gibi. Allah’ın emrini öğrenmenin tek
amacı, muhtevanın gerektirdiği ameli ortaya koymaktır. Sahabe, Allah’ın
elçisinden amel edebileceği kadar ayet öğreniyordu, onları hayatına tatbik
ettikten sonra yeni ayetleri öğrenmek için Rasûlullah’a geliyordu. Amaç, amel
etmek olunca tabi ki sahabe gibi davranılacaktır. Öğrendiğimiz her ayetin bize
yeni bir sorumluluk yüklediğini unutmamak gerekir. Bu bilincin gereğini yapmak,
ilim öğrenmek ve amel etmek, Kur’an neslinin tarih sahnesinde yer almasını
sağlamıştır. c) Bir
kişi İslam’a girdiği zaman, câhiliyye dönemindeki tüm geçmişini giriş kapısında
bırakmalıdır. İslam’a giren bir kimse, câhiliyye dönemindeki hayatından tamamen
kopmalıdır. Câhili alışkanlık ve huyları, Müslüman olduktan sonra tamamen
bırakmak gerekir. Yoksa yukarıda da açıkladığımız gibi, bu tür davranışlara
‘ameli câhiliyye’ denmektedir. Müslüman Kur’an’ı kendi kişiliğiyle karıştırıp
özümsemeli, nebevi bir sünnet ile hem kendi vicdanına hem de hayatına
aktarmalıdır. Kur’an Müslümanın ahlakı, huyu, kişiliği olmalıdır. Hz. Âişe’ye
Rasûlullah’ın ahlakı sorulduğunda: “Onun ahlakı Kur’an idi” [86] diye
cevap vermiştir. ______________ Dipnotlar: [81] A.g.e, S: 13 [82] A.g.e, S: 13, 14 [83] Seyyid Kutub bu ifadeyi, ‘Dirâsetün
İslâmiyye’ isimli eserinde konu başlığı olarak kullanmıştır. [84] “Bugün sizin için dininizi kemâle
erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Ve size din olarak İslam’ı beğenip
seçtim.” (Mâide: 3) Nimet olarak nitelenen ve tamamlandığı,
mükemmelleştiği bildirilen bu dini seçen bir kimse, İslam’dan başka arayışlara
ve şirk ehliyle uzlaşmalara tevessül etmez. [85] Hafız Ebû Ya’la. Hammad ve Şa’bi
aracılığıyla Câbir bin Abdullah’tan rivayet etmiştir [86] Müslim, Salâtu’l Musâfirîn, 139; Nesâî, Kıyâmu’l Leyl, 2 |
KATEGORİLER
17.05.2024Cuma
Son Yorumlar
İsmail Yüce ALLAH cc razı olsun sizden h Yusuf Semmak Ve aleyküm selâm kardeşim. Tâbi Bekir Yetginbal Canım kardeşim selamualeykum GÜN Bekir Yetginbal Ey Rabbim bu kulunun gayretlerini Mahmut Selamünaleykum Yusuf peygamberin Ufuk Çok güzel Şeyma Bu nadide soru ve cevapları için Ahmet Doyurucu bir yorum Teşekkürler Yusuf Semmak Son mısralar/dizeler hep "Lâm" ha Baraa Bence çoooook güzel bir site ali İlmî Arapça Sayfası http://www ali Faydalı Bir Maksud Programı http ali Faydalı Bir Emsile Programı http Yusuf Semmak BU DERSTE İŞLENEN BAŞLICA MEVZULA Derya Atan Ağzınıza, yüreğinize sağlık hocam Firdevs Sevgi inş güzeldit. misafir ⭐⭐⭐⭐& mustafa Abi çook teşekküür ederim Medine Cenetin kapısın geçmek istiyom Yusuf Semmak Namazda Salli-Bârik okurken, Peyg Yusuf Allah razı olsun hocam çok anlaşı Yusuf Semmak Saçınızı erkeğe kestirmediğiniz, Meryem Verdiğiniz bu bilgiler için çok t Yusuf Semmak + Ayrıca Hadîs'in açıklamasında d Yusuf Semmak Güzel bir yorum. Fakat biraz açık metin hadiste gecen Gölge Arsin gölgesi Rüya Çok teşekkür ederim Şule Çok teşekkürler sadullah demircioğlu abdullah bin mesud (r.a.) ‘’sakın Yusuf Semmak Bir kardeşimiz, selâmdan sonra; “ Yusuf Semmak EVET, YİNE SİGARA! Bugün piyas İbrahim sarıtaş Allahrazı olsun Muhammet **** Bizim din hocamız başınızı örtmek |